9 Mayıs 2012 Çarşamba

100 metre öteye taşınıyoruz...




Sever miyim... sevmez miyim... bilemedim... yazsam mı... yazmasam mı... bilemedim... denesem mi denemesem mi? bilemedim... 2 blog... 2 sene... bissüüüürüüüüü acı tatlı anı... ama ben bu blog olayını sevdim! Ben de varım lan bu hayatta demeyi sevdim... dinleyin beni dedim. düşüncelerimi gözünüze soktum... kiminize laf soktum... ve... kafamı topladım. Başak burcuyum ben. Öyle sığıntı gibi köşelerde kalamam! Kendi yerim olsun dedim. Çık diyen... artır diyen olmasın dedim...

oradanburadanpeykan.blogspot.com ve storiesoflael.blogspot.com aynı çatı altında olsun dedim... yine çok konuştum, çok dedim...

dümdüz git... merkez camiyi geçer geçmez... sağa dön.... ilk sokaktan sola... dükkan orada!

Yeni yerimizdeyiz! kahveye bekleriz... şanslıysanız, elmalı tarçınlı bile olabilir!

www.oradanburadanpeykan.com

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Bir harmanım ben...




Kadran 180'i gösterirken...







Maniğim, depresifim, çok çok obsesif, zaman zaman kompülsifim.  Tam kararacakken, kahkaha atarım. En mutlu olduğum an, ağlayabilirim. Terk edilmekten korkarım, terk etmekten korktuğum kadar değil. En çekici olduğum an, iterim. Tam nefret edecekken, aşık olursun. Hophop şarkıda sallanıp, en hızlısında dertop olurum. Dağınığım, savruğum, ama pisliğe katlanamam.  1. kadehi suratımı ekşite ekşite içip, 3.den sonra durduramayanım. Barda kahve içip, kıraathanede Yeşil Efe ararım. Baklavayla yeşil soğan yiyebilirim. Bir haftada 5 kilo alıp, 5 kilo verebilirim. En nefret ettiğim, sirke-sarımsak ikilisi için, bir sabah uyanıp kelle çorbası içebilirim, bulamazsam kıvranabilirim.

İlk bıraktıklarım en faydalılardır, en arızaya yapışırım. Vazgeçmeler kraliçesiyken, an gelir, benden istikrarlısı olmaz. Maymun benden daha iştahsızdır. 35 yaşında beyaz atlı prense inanır, kurbağa öpmekten hoşlanırım. "Seni seviyorum" dersen "hadi len" derim. Demezsen "de" isterim.

Her sabah ben uyanırken, bir tombala çekilir. Bir bütün günü o ruh halinde yaşarım.

Ve bu sabah olduğu gibi... 5 sene 60'la sağdan sağdan gidip, bir sabah kalkıp, bu arabanın motorunu açmak lazım diye sabahın 4'ünde yollara düşüp 180 basabilir, aynı zamanda aklımdan bunları geçebilirim.

Her gecenin sabahı,
Her kışın bir baharı,
Her şeyin bir zamanı.... olduğuna...

Benim tedavim olmadığına inanırım.

Hadi... sev beni!

3 Mayıs 2012 Perşembe

Aslanağızları, yaseminler, hanımelleri, japon gülleri, şakayıklar, boylu pitoslar ve laleler...




Bu bir nostalji yazısı değildir. Ben küçükken herşey şöyle güzeldi, böyle güzeldi formatına sokarsam yazıyı, ağzıma terlikle vurun... vurun ama... ben küçükken herşey daha güzeldi!

Mevsimlik çiçekler ekilirdi balkonlardaki saksılara, evlerin bahçelerine, sokaklara. Lale mi? O da neydi? Hakikaten lale mi vardı biz küçükken? Yoktu...




Aslanağızları vardı... kopartırdın bir tane, bastırdın mı iki yanından, ağzını açar kapatırdı. Filozof zamanlarımdı, tavşan ağzı olmalı derdim ben, tek kanallı siyah beyaz televizyonda, pazar sabahları sirkte gördüğüm aslanların ağzına benzemiyordu, Ali dayımın pişirip yediği, tavşanımın ağzına benziyordu...

Yaseminler vardı... bahçe duvarlarının kenarlarına ekilirlerdi. Geleni geçeni kokularıyla çatlatırlardı. Çaktırmadan bir tane yürütüp cebine attın mı, elini cebine soktukça kokusu gelirdi. cepteki paralarla birlikte yıvış yapış olurlardı. Bakkal bile bilirdi, o yasemin kimin bahçesinden kopartılmış...

Hanımelleri vardı... Arkasını kopartırdık, içinden çıkan bir damla balı hüpletebilmek için. En işe yarayan çiçekti. Canı tatlı çekenin temel besin kaynağıydı.

Japon gülleri vardı. Çiçeği tamamen koparmaya gerek yoktu. Bir yaprağı kapıcının bakmadığı anda aşırılabilirdi. İki katı ayrılabilir olma özelliğiyle, yeni yetme genç kızların ilk protez tırnağıdır kendisi. Her tırnak farklı renkte olurdu gülün ebruli özelliğinden dolayı.

Erengülleri vardı, şakayıklar. Katmerli gül de diyenler vardı. Hayallerin gelin çiçekleri yapılırdı bir buket erengülünden. Kıymetliydiler. Bahçesindeki şakayık sayısını bilmeyene adam denmezdi bizim oralarda. Mahalleli ile çocuklar arasında skor tabelasıydı. Kaç tane kim çalmış...

Şimdi ise...

Boylu pitoslar var. Kişiliksiz sitelerin, duvar diplerinden sokağa uzatıyorlar kafalarını. Andırsa da kokuları yaseminleri, çiçekleri bir biçimsiz, bir yıldızsız, bir pırıltısız...

Yine de...

Yine de yeğ be o pis lalelere. Uğruna otobüslere doldurup getirdiğiniz saçma sapan insanlara.

Sahi? Ne menem bir çiçektir o lale? Akmaz, kokmaz, bulaşmaz, yenmez, tırnak olmaz, ağzını kıpırdatmaz, gelin çiçeği olmaz. Daha kopartamadan elinde kalır be o...

Suni çiçeklerinizi gösterip büyüttüğünüz suni çocuklarınızla birlikte... hayırlı günler olsun size...

Siz terliği hazırlayın en iyisi... çünkü... biz çocukken daha güzeldi herşey.

Sıyrılıp gelen...

Umut umutlu birşey. En kaybettiğin anda, bir umut, tekrar umut edebiliyorsun. O giderken, yeni bir tanesi beliriveriyor başucunda. En ummadığın yerde, bazen yastığının altında, bazen yatağının kenarına düşmüş... Ama hep sabahları geliyor...

Biri, diğerine bağlanırken umutlarının... yok olanın eksikliklerini görmeye başlıyorsun.  kafanda yarattığının bile aksar, tıksar bir yanı olduğunu farkediyorsun. Ama hayat... ama umut... ama sen... sil baştan değil mi? Hayat akıp giderken, umudunu hergün yeniden yaratırken, sen değişiyorsun.


Eskiler eksik, eskiler karanlık, eskiler boşluk... diline pelesenk mutluluk şarkıların kısalırken, yerin altındaki bibuçuk metren on santim daha boy atarken, sen gerçekliğine daha çok gömülürken, umutlarının kokusu değişiyor, yanık sütten, yanık şekere dönüşüyor. Ve sen biliyorsun... bunun içine koysan da vanilyayı... bir puding olmaz artık senden. Daha az canın acıyor... daha az için burkuluyor... topuklarının altı gibi sertleşiyor kalbinin nasırları, umut iki günlük pomza etkisi yapıyor, rendeleyebilse keşke diyorsun. sen, senin arkanda kalmak isteyenlere değil... burun farkıyla... sıyrılıp gelenlere bakıyorsun.

Suların sesini dinle şimdi
Ormanın fısıldayışlarını
Yarılıyor dağların göğsü
Bir aşkı dinlendirmek için

Belli ki yakındır doğayı
Ve hayatı sarsacak saat

18 Nisan 2012 Çarşamba

Google'dan medet uman bunak....


Sevgili google...

Zaten her türlü verime sahipsin değil mi? Bu kız kim? Anası kim? Babası kim? Ne yer, ne içer? Nerede gezer? Kiminle nerelerde buluşur? Siyasi görüşü nedir? Üye olduğu dernekler hangileri? Son 10 erkek arkadaşı kimdir? Kimin uğruna şiir yazar? Kimin uğruna gözyaşı döker? Bilumum psikiyatrik hastalıkları nelerdir? Kara listesinde kimler vardır. Yaptığım son 10bin aramayı da aklında tuttuğunu biliyorum. Acilen unut! Adımı yazıp görselleri istesem, en çirkin resmimi karşıma çıkarmayı da biliyorsun değil mi?

Bak ne güzel feed etmişim seni. Sana hazreti diyenler var ama... Almadan vermek hazretilere mahsus değil! O yüzden... gel seninle bir anlaşma yapalım...

Ben artık sana... anahtarımı nereye koyduğumu.... bugün ne giymem gerektiğini... bu sene ne kadar ciro yapacağımızı, 3 ay önce salı akşamı ne yediğimi, filancanın beni sevip sevmediğini, arkamdan konuşan insanların listesini, sevdiğim herifin şu anda ne haltlar yediğini, 10 sene önceki arkadaşlarımla aramdaki ilişkileri, bilmemkimle 20 sene önce neden kapıştığımı... falan da sorabilmek istiyorum.

Kısacası... çoooook çalışman lazım google.... çooooooook!

Bazen senin söylemek istediklerin söylenmiştir...


Söylemek istediklerim zaten söylenmiş,
icatlarımın babaları hep farklı,
aklımdan geçenler yüzünden başkaları hüküm giymiş zaten...

hayat bir rinse and repeatken... bir şey okursun... o an düşündüklerine cuk oturur... bunu ben yazacaktım lan? içinden üzerine hiçbir şey söylemek gelmez... söylediklerin altlık olarak kalır... bu sefer sonra değil, önce mançiz olmuşsundur... buyrun





Kara, Kızıl ve Şair

Ne derin kanamışsın yarana ben em olamadım
İçine ağlamışsın sel kaynağın bulamadım
Çölde vaha zannettim de ben yanına varamadım
Sustum, pustum, durdum, uyuya kaldım kardeşim

Bir de altına... madem bu kadar ihanetten bahsettik... sözleri bana çok koydu be cicim...

16 Nisan 2012 Pazartesi

Muammer Karaca'dan Afife Jale'ye... Kafkasal bir masal!



2011, ağustos... Herşeyi kurtaramasam da bir kısmını kurtarmaya karar vermişim hayatımın, öyle gaza geldim ki, "Quantum Mechanics" ile ilgili ne bulursam okuyorum. "The Big Book" ezberimde, "Secret"i yaladım yuttum. Ve görseli içselleştirme zamanım geldi. O zamanlar yazmazdım, çizerdim... Aldım elime kalem kağıdı, çizdim... Hayallerim ne kadar büyük olursa, Evren beni o kadar önemser diye düşündüm. Bir kırmızı halı... bir bordo gece elbisesi... bir siyah CL... bir Oscar, bir Johnny Depp, bir milyon dolarlık ismime bir çek. Ve bir de kontrol referansı. Mavi üzerine beyaz puantiyeli Bic 0.7 kalem. Olay mavi üzerine beyaz puantiyeli Bic 0.7 kalemde bitiyor. O kalemi buldum, Oscar'ı aldım. Kurduğum mekanik böyle çalışıyor.

2011, eylül... Peykan bu ayol. Haydı, huydu, olduydu, kaldıydı derken... mani patlarmış inceden, gece gece. Geceleri başıma gelir benim ne gelirse. 3 şirket... 3'ünün de temeli gece 3de atılmış... Gece 3 yine, kıpır kıpırım. Google'da tiyatro oyuncusu aranıyor yazan bütün ilanlara tek tek bakıyorum. Hep deneyimli, hep deneyimli arıyorlar. E sen oynatmazsan, ben oynatmazsam, nasıl deneyim kazansın bu yavrucak? Neyse... bozma moralini... elimde bir kağıt... listenin üstü çizik çizik. Sıra geldi...

Tena Tiyatrosu diyor... Gökçe Çetiner diyor... ama deneyimli oyuncu demiyor. Hmmm.... bir kahve alayım ben...

Gecenin 3'ünde aramadım tabii... ertesi sabah aradım.

- ööööö Gökçe hanım? (aaalamam, eeelemem, ııııılamam ben, heyecanlanınca bildiğin ööööölerim)
- buyrun? (septik ama böyle, sanırsın, ilk doğan çocuğunuzu bize verir misiniz diye aramışım)
- ööööö tiyatro ilanınız için aramıştım? (ööölemekten ağlamaya geçicem az kaldı)
- buyrun? (aynı septik ses devam ediyor, yok bacım, çocuğun senin olsun, allah bağışlasın)

burada... bende bir kopuş... mani kıçımda patlıyor... dur durak bilmeden konuşmaya başladım. ne anlattım yarısını bile hatırlamıyorum. eğitimim yok... deneyimim yok... muhtemelen yeteneğim de yok... ama istiyorum... hiç olmazsa bir gram sahne tozu yutmak istiyorum.... oynatmayacaksanız da, dekor taşırım, yemek yaparım, kostüm ütülerim... awwwww buluşalım dedi! konuşalım dedi! üstüne üstlük, yarın dedi!

yarın oldu... ben odunu yontarım dedi! oynatırım dedi. kimler oynadı, sen mi oynamayacaksın dedi. provaya gel dedi! gittim...

2011, aralık... oyun zamanı dedi! korktum... Muammer Karaca dedi! hadi canım...

İlk yuttuğum sahne tozu Muammer Karaca oldu. Nice büyük üstadlara oynamanın kısmet olmadığı sahne. Uğruna şiirler, şarkılar yazılmış... her santiminde ayrı bir tarih yatan sahne... Nasıl bir duygu? Ben bu duyguyu biliyorum! İlkokul 1 Okuma Bayramı. Duygusu benzemese de sonu aynı! Peykan kafayı kaldırır, babasını görür, bildiği herşeyi unutur. Kamyon farına tutulmuş tavşan misali! Bu sefer babamı görmekten değil ama... 14bin watt gözümü aldı.

38 saniyede 38bin hata yaptım o gün ben. (sahnede yanlış yerde durdum, bakmamam gereken oyuncuya baktım, replik unuttum, replik üstüne bastım, sesim düştü, içimden birşeyler koptu düştü, ayağım takıldı, ben düştüm sanıyordum, heyecandanmış, düşmemişim)Sahnedeki 4 kişi, biri sufle verdi, diğeri kaş göz işareti yaptı, bir başkası benim söylemem gereken repliği evirdi çevirdi söyledi... ve show devam etti. çıktım dışarı... tebrik ettiler bir de üstüne... budaklı odunum. hem de artık en tescillisinden.

mahçupum. ilk yenilgim değil bu hayatta. ama tepki vermem lazım şimdi benim.  ama olsun... ne dedim? oynayamazsam yardım edicem... başladım arkayı çekip çevirmeye... sanatsal tarafım az olsa da, iş business'a gelince... çalışır kafam...

CV hızla uzadı sonra...

Bakırköy Büyülü Sahne
Göztepe Halis Kurtça
Kadıköy Barış Manço
Ortaköy Afife Jale...

CV ile birlikte... ben de uzadım sanki. 1.52'yim hala tabii.. cep insanından, cep oyuncusuna doğru bir evrilme var. Hatasız oyunum 1 tane... Ortaköy Afife Jale... ama hata sayım 38binden hızla indi aşağı. Heyecanlı mıyım? Hala İlkokul 1 Okuma bayramındaki kadar. İyi miyim? hahaha hiç olmayacağım ki? Ama... alıştım. tozuna da... tozunu almaya da... ışığına da... o ışığın ne zaman açılması gerektiğini düşünmeye de alıştım. O tozla, benim tozlarım yok oldu... o ışık... içime işledi.

ah o Gökçe... son bombasını da geçen hafta patlattı. 14 Mayısta, bir kez daha oynayalım dedi. Ama bu sefer, yarışmada birincilik için dedi...

Sahi Oscar'a ne kaldı?

İthaf : kısa zamanda benim için yönetmenlikten çıkıp, iyi arkadaşım kategorisine hızla yükselen Gökçe'ye... tüm taşkınlığımıza tahammül edip, beyefendiliğinden gram kaybetmeyen, eşi, Serkan'a.... yüzüm asıksa, benimle yüzünü asmak yerine, beni güldürmek için suratımda estetik operasyona bile kalkışan Tarkan'a, oyun ortasında gülmemek için ağzıma havlu tıkamama neden olup, sahneden çıkar çıkmaz "aferin"i için whatsapp'ima koşturan Ekin'e, belini incitmek pahasına, sırf bir prova daha alabilelim diye, o müthiş uçuşu defalarca tekrarlayan Kaan'a, her sahne çıkışımda, iki baş parmak havada, gülümser bir suratla karşılayan Levent'e, şapşallıklarımı sahnede ustalıkla örten Şebnem'e... Bir de Hüseyin var tabii... ouh beybi!

Son teşekkür... Zaman zaman çemberin içinde, zaman zaman dışındaydı aslında. Ama... içimdeydi çok çok. Aklımdaydı. Hayatımın yalnızca tiyatro kısmına ellemedi o... insanlığıma elledi. ezginin günlüğü'nden özür dileyerek : aşk hiç biter mi? kalır, bir mesajda, bir "pamuk romanında", bir arkadaşlıkta, bir hormonal hezeyanda...