14 Mart 2011 Pazartesi

Merhaba, ben Peykan, 34 yaşındayım, bilgisayar oyunu bağımlısıyım !



Resmi olarak tıp literatüründe bir hastalık olarak görülmese ve teşhis mekanizması bulunmasa da, bilgisayar oyunu bağımlılığı, 21. yüzyılın modern psikolojik hastalıkları arasında yerini almaya aday. Bu hastalığın sınırında yaşayan, zaman zaman etkilerini hisseden, ama sürekli mücadele eden biri olarak, nedir, ne değildir'ine fazla bulaşmadan, kendi yaşadıklarımı anlatmak istedim. Belki de, her sabah uyanıp, içimdeki oyun oynama canavarına yenilmek üzereyken, nasıl birşey olduğunu oturur okurum da, vazgeçerim diye düşündüm.

Anonim bilgisayar oyunları bağımlılığı diye bir dernek olsaydı, ve toplantılarına katılsaydım, herhalde şöyle başlamam gerekirdi. " Merhaba, ben Peykan, 34 yaşındayım, bilgisayar oyunu bağımlısıyım."

Bazı insanların, bazı şeylere karşı zaafları olduğunu biliyoruz. Benim bilgisayarlara karşı çok küçük yaştan beri gelen bir zaafım, yaşım itibariyle olamaz. Benim bağımlılığım 90'lı yılların ortasında internetin yaygınlaşmasıyla başladı. Kendimi analiz etmeye çalıştığımda, sanırım pijamamı bile çıkarmadan insanlarla iletişim kurabilmenin cazibesiydi ilk başlarda chat yapmamın nedeni. Sanal bir ortamda, hayatımı sanal olarak devam ettirmemek için mücadele ettim ilk kendimle. O aralar çok fazla bilgisayar oyunu da oynamıyordum doğrusunu söylemek gerekirse. Üniversite 3. sınıfa geldiğimde, arada sırada ufak tefek oyunlar oynamakla birlikte, vaktimin yüzde seksenini internette bilgisayar başında geçirmeye başlamıştım. Zaman zaman okula gidemiyor, sınavlara çalışmıyor, bilgisayar başından uzakta olduğum zamanlarda mutsuz, agresif biri olup çıkmıştım. Şimdilerde aslında, bağımlılığımın temellerinin o dönemde atılmış olduğunu anlıyorum. Ancak, o zamanlar bunun bir bağımlılık olduğunu anlamamıştım. Üniversite 3. sınıfın yaz tatiline girerken, elimdeki 4 bütünlemeye bakınca, bu böyle olmaz dedim, kapattım bilgisayarı.

İş hayatıyla tekrar muhatap olmak zorunda kaldığım bilgisayarla ilişkilerim 2005 yılı ortalarına kadar, orta sıcak şekilde devam etti. 2005 yılında, ellerim titreyerek kurdum ilk bilgisayar oyununu. Öyle aman aman da bir oyun değildi açıkçası. Ama bazı kapılar bir kere aralanıyormuş. Europa 1400'le başlayan maceram, aradaki sayısız online, offline oyunla devam etti. 2007 yılının kasım ayına geldiğinde, World of Warcraft'ın pençesine düştüm.

Son cümlemi tekrar okurken farkettim. Bağımlılığın yarattığı, "suç bende değil" psikolojisi hala üzerimde.

2007-2009 arası, sadece oyun oynayarak geçti. Bir şekilde geçinmemi sağlayan işim dışında herşeyden, gerçek hayattan vazgeçtim. Görüşememekten dolayı bir çok arkadaşımı kaybettim. Her sabah mızmızlanarak uyandım, ağlayarak işe gittim. Şu anda iyi ki o dönemde yoğun bir işim varmış da en azından gündüzleri oyun düşünmemi engelliyormuş diye seviniyorum. Bu dönemde oyun oynamamın artmasında hiç tanımadığım bir ülkede, dillerini bile konuşmadığım insanlarla birlikte olumanın etkisi var mıydı? Muhakkak ki vardı ama şu anda bana bu da bir bahane olarak görünüyor. Asıl sebep yine aynı... Bilgisayar oyunlarının insanın içindeki hırsı alevlendirmesi, ve oyunun bütün dinamiğinin, "oyunda ne kadar zaman geçirirsen, diğerlerinden o kadar iyi olursun" olması.

2009 yılının Şubat ayında tekrar Türkiye'ye dönüşümle, kendime bir çeki düzen vermenin zamanı geldiğini idrak ettim. Yoğun mücadele sonucunda, 2009 yılının sonlarına doğru, tekrardan bilgisayarla ilişkilerimi sınırlandırmaya karar verdim. Arada gecen 8-9 ayda, suçluluk psikolojisiyle oyun oynarken, yapmam gerekenleri düşünüp, ne oyundan ne gerçek hayattan zevk almadım. Oyundayken gerçek hayatı, gerçek hayattayken oyunu düşündüm.

1.5 yıl boyunca, bilgisayarla aram yine limoni olarak devam etti. Oyun hesabımı kapatmaya hiç kıyamadım, ama sosyalleştim, arkadaşlarımla tekrar dışarı çıkmaya başladım, iş hayatına tekrar kendimi kaptırdım.

Aralık ayından itibaren tekrar oyuna döndüm. Yeni bir kararla. Bundan sonra hiç kimseye, oyun oynamak için yalan söylemeyecektim. Böylece benim çok oynadığımı, insanlar benden önce farkedecekler, ailem ya da arkadaşlarımdan gelen tepkilerle kendimi toparlayabilecektim.

Şu anda hesabımın üzerinde aile kontrolu var. Evet ben koydum, evet şifresini biliyorum ama değiştirmiyorum. İlk zamanlarda oyunum 6 saat sürekli oynayınca kapanırken, şimdi 4 saatte kapanıyor. Evde olduğum zamanlarda yine oyun oynuyorum. Bunu ileride haftada 3 günle sınırlandırmaya karar verdim. Ne zaman becerebilirim, henüz bilmiyorum.


7 Mart 2011 Pazartesi

80'lerde çocuk olmak...


Herkes bir nostalji özlemine tutulmuş, eskiyi yad ediyor bu aralar. Madem bit pazarına nur yagdi, bir nur da ben yağdırayım dedim. Hazır bu aralar blog yazmamıza da kızıyorlar, ben de 2005 yılında yazdığım bir yazıyı genişleteyim.

Gündüzleri bir çokoprens ve uludağ gazozuyle mutlu olmak, akşamları apartmanın önündeki merdivenlerde, elinde bir fenerle ışın kılıcı diye bağırmak, geceleri necefli maşrapa görüntüsüyle uyuyakalmak demekti 80'lerde çocuk olmak.

Anlam veremediğimiz gerginliklerin içinde, bütün büyüklerin suratları asıkken, mutlu olabilmeye çalışmaktı aynı zamanda. Onlar fısır fısır konuşurlarken kapı dinlemek ve hatta konuşulanları duymak ama anlayamamaktı.

80'lerde çocuk olmak güzeldi. Karnı acıkana ya da yorgunluktan bitap düşene kadar sokakta salınmak, karın acıkınca, anne görmesin diye balkonda ddt bidonunun yanında saklanan patates kızartması tavasının içinde kızarmış patates kızartmalarını yemek, anneye her daim yalan söylemekti anneanne ile işbirliği yaparak. Ve de belki de en önemlisi, bu kadar teknolojik, suyu ve elektriği idareli kullanan, tek düğme ile kullanılan çamaşır makineleri yokken, eve üst baş dağılmış, kir, pas içinde gelindiğinde, gülünerek "çocuk işte" denilmesiydi.

Az araba geçen yollarda, doyasıya top koşturan son kuşak oldu 80'lerde çocuk olanlar. Yolların yanı sıra hala bina inşa edilmemiş araziler de vardı herkesin mahallesinde en az bir tane o zamanlar. 80'lerde çocuk olanların büyük şanslarından biri de belki de anneleri çalışan ilk kuşak olmalarıydı. Bu çocuklara genelde bir anneanne ya da bir babaanne refakat ediyordu, bu da aslen mevlamın kayırması demekti. Kısacası uçsuz bucaksız bir özgürlük vardı o zamanlar. Aradığınız zaman onları bulamama ihtimaliniz çok yüksekti. Muhtemelen kaşla göz arasında, ya arkadaşlarının evine, ya arkadaki boş arsaya, ya da yan sokağa kaçmış olabilirlerdi.

Son şanslı kuşak olan 80'lerin çocuklarıyla, 90'ların çocukları arasındaki fark, jenerasyon farkı olarak, diğer hepsinden daha fazla oldu. 90'ların çocuklarının rus babysitterları vardı ve neredeyse bilimsel yöntemlerle büyütüldüler. Arsalar otoparklara, arkadaşların evleri izin alınmadan gidilemeyen hapishanelere, yan sokaklar ise tanınmazlığa dönüşmüşlerdi. Doyasıya ip atlayıp, top oynayan 80'lerin çocuklarının yanında 90'ların çocukları, vücutlarındaki tek bir kası çalıştırmayı öğrendiler. Tetris oynayarak baş parmaklarını çalıştırmayı.

80'lerin çocuklarından, Mc Donalds ve diğer hızla yaygınlaşan fast food çılgınlığına kapılmamış olanlara bakıyorum da, hepsi normale yakınlar. 90'ların çocukları ise, Milupa'dan Mc Donalds'a yaptıkları hızlı geçiş sonrasında, parmak jimnastiğinin isteniler kalori harcamasına sebep olmaması dolayısıyla, iri yarı oldular.

Dipnot : Eğer bugün bizim yaşınıza yakın birinin kolunda çiçek aşısı izi görürseniz, bilin ki o 80'lerde çocuk olmanın keyfini yaşamıştır. Türkiye'de çiçek hastalığının kontrol altına alınmasından sonra aşı 1978'de mecburi çocuk aşıları listesinden kaldırmıştır. 77 model ve öncesi bu aşılarını kollarında gururla taşımaya devam etmekdirler.