31 Aralık 2011 Cumartesi
14 Mart 2011 Pazartesi
Merhaba, ben Peykan, 34 yaşındayım, bilgisayar oyunu bağımlısıyım !
Resmi olarak tıp literatüründe bir hastalık olarak görülmese ve teşhis mekanizması bulunmasa da, bilgisayar oyunu bağımlılığı, 21. yüzyılın modern psikolojik hastalıkları arasında yerini almaya aday. Bu hastalığın sınırında yaşayan, zaman zaman etkilerini hisseden, ama sürekli mücadele eden biri olarak, nedir, ne değildir'ine fazla bulaşmadan, kendi yaşadıklarımı anlatmak istedim. Belki de, her sabah uyanıp, içimdeki oyun oynama canavarına yenilmek üzereyken, nasıl birşey olduğunu oturur okurum da, vazgeçerim diye düşündüm.
Anonim bilgisayar oyunları bağımlılığı diye bir dernek olsaydı, ve toplantılarına katılsaydım, herhalde şöyle başlamam gerekirdi. " Merhaba, ben Peykan, 34 yaşındayım, bilgisayar oyunu bağımlısıyım."
Bazı insanların, bazı şeylere karşı zaafları olduğunu biliyoruz. Benim bilgisayarlara karşı çok küçük yaştan beri gelen bir zaafım, yaşım itibariyle olamaz. Benim bağımlılığım 90'lı yılların ortasında internetin yaygınlaşmasıyla başladı. Kendimi analiz etmeye çalıştığımda, sanırım pijamamı bile çıkarmadan insanlarla iletişim kurabilmenin cazibesiydi ilk başlarda chat yapmamın nedeni. Sanal bir ortamda, hayatımı sanal olarak devam ettirmemek için mücadele ettim ilk kendimle. O aralar çok fazla bilgisayar oyunu da oynamıyordum doğrusunu söylemek gerekirse. Üniversite 3. sınıfa geldiğimde, arada sırada ufak tefek oyunlar oynamakla birlikte, vaktimin yüzde seksenini internette bilgisayar başında geçirmeye başlamıştım. Zaman zaman okula gidemiyor, sınavlara çalışmıyor, bilgisayar başından uzakta olduğum zamanlarda mutsuz, agresif biri olup çıkmıştım. Şimdilerde aslında, bağımlılığımın temellerinin o dönemde atılmış olduğunu anlıyorum. Ancak, o zamanlar bunun bir bağımlılık olduğunu anlamamıştım. Üniversite 3. sınıfın yaz tatiline girerken, elimdeki 4 bütünlemeye bakınca, bu böyle olmaz dedim, kapattım bilgisayarı.
İş hayatıyla tekrar muhatap olmak zorunda kaldığım bilgisayarla ilişkilerim 2005 yılı ortalarına kadar, orta sıcak şekilde devam etti. 2005 yılında, ellerim titreyerek kurdum ilk bilgisayar oyununu. Öyle aman aman da bir oyun değildi açıkçası. Ama bazı kapılar bir kere aralanıyormuş. Europa 1400'le başlayan maceram, aradaki sayısız online, offline oyunla devam etti. 2007 yılının kasım ayına geldiğinde, World of Warcraft'ın pençesine düştüm.
Son cümlemi tekrar okurken farkettim. Bağımlılığın yarattığı, "suç bende değil" psikolojisi hala üzerimde.
2007-2009 arası, sadece oyun oynayarak geçti. Bir şekilde geçinmemi sağlayan işim dışında herşeyden, gerçek hayattan vazgeçtim. Görüşememekten dolayı bir çok arkadaşımı kaybettim. Her sabah mızmızlanarak uyandım, ağlayarak işe gittim. Şu anda iyi ki o dönemde yoğun bir işim varmış da en azından gündüzleri oyun düşünmemi engelliyormuş diye seviniyorum. Bu dönemde oyun oynamamın artmasında hiç tanımadığım bir ülkede, dillerini bile konuşmadığım insanlarla birlikte olumanın etkisi var mıydı? Muhakkak ki vardı ama şu anda bana bu da bir bahane olarak görünüyor. Asıl sebep yine aynı... Bilgisayar oyunlarının insanın içindeki hırsı alevlendirmesi, ve oyunun bütün dinamiğinin, "oyunda ne kadar zaman geçirirsen, diğerlerinden o kadar iyi olursun" olması.
2009 yılının Şubat ayında tekrar Türkiye'ye dönüşümle, kendime bir çeki düzen vermenin zamanı geldiğini idrak ettim. Yoğun mücadele sonucunda, 2009 yılının sonlarına doğru, tekrardan bilgisayarla ilişkilerimi sınırlandırmaya karar verdim. Arada gecen 8-9 ayda, suçluluk psikolojisiyle oyun oynarken, yapmam gerekenleri düşünüp, ne oyundan ne gerçek hayattan zevk almadım. Oyundayken gerçek hayatı, gerçek hayattayken oyunu düşündüm.
1.5 yıl boyunca, bilgisayarla aram yine limoni olarak devam etti. Oyun hesabımı kapatmaya hiç kıyamadım, ama sosyalleştim, arkadaşlarımla tekrar dışarı çıkmaya başladım, iş hayatına tekrar kendimi kaptırdım.
Aralık ayından itibaren tekrar oyuna döndüm. Yeni bir kararla. Bundan sonra hiç kimseye, oyun oynamak için yalan söylemeyecektim. Böylece benim çok oynadığımı, insanlar benden önce farkedecekler, ailem ya da arkadaşlarımdan gelen tepkilerle kendimi toparlayabilecektim.
Şu anda hesabımın üzerinde aile kontrolu var. Evet ben koydum, evet şifresini biliyorum ama değiştirmiyorum. İlk zamanlarda oyunum 6 saat sürekli oynayınca kapanırken, şimdi 4 saatte kapanıyor. Evde olduğum zamanlarda yine oyun oynuyorum. Bunu ileride haftada 3 günle sınırlandırmaya karar verdim. Ne zaman becerebilirim, henüz bilmiyorum.
7 Mart 2011 Pazartesi
80'lerde çocuk olmak...
Herkes bir nostalji özlemine tutulmuş, eskiyi yad ediyor bu aralar. Madem bit pazarına nur yagdi, bir nur da ben yağdırayım dedim. Hazır bu aralar blog yazmamıza da kızıyorlar, ben de 2005 yılında yazdığım bir yazıyı genişleteyim.
Gündüzleri bir çokoprens ve uludağ gazozuyle mutlu olmak, akşamları apartmanın önündeki merdivenlerde, elinde bir fenerle ışın kılıcı diye bağırmak, geceleri necefli maşrapa görüntüsüyle uyuyakalmak demekti 80'lerde çocuk olmak.
Anlam veremediğimiz gerginliklerin içinde, bütün büyüklerin suratları asıkken, mutlu olabilmeye çalışmaktı aynı zamanda. Onlar fısır fısır konuşurlarken kapı dinlemek ve hatta konuşulanları duymak ama anlayamamaktı.
80'lerde çocuk olmak güzeldi. Karnı acıkana ya da yorgunluktan bitap düşene kadar sokakta salınmak, karın acıkınca, anne görmesin diye balkonda ddt bidonunun yanında saklanan patates kızartması tavasının içinde kızarmış patates kızartmalarını yemek, anneye her daim yalan söylemekti anneanne ile işbirliği yaparak. Ve de belki de en önemlisi, bu kadar teknolojik, suyu ve elektriği idareli kullanan, tek düğme ile kullanılan çamaşır makineleri yokken, eve üst baş dağılmış, kir, pas içinde gelindiğinde, gülünerek "çocuk işte" denilmesiydi.
Az araba geçen yollarda, doyasıya top koşturan son kuşak oldu 80'lerde çocuk olanlar. Yolların yanı sıra hala bina inşa edilmemiş araziler de vardı herkesin mahallesinde en az bir tane o zamanlar. 80'lerde çocuk olanların büyük şanslarından biri de belki de anneleri çalışan ilk kuşak olmalarıydı. Bu çocuklara genelde bir anneanne ya da bir babaanne refakat ediyordu, bu da aslen mevlamın kayırması demekti. Kısacası uçsuz bucaksız bir özgürlük vardı o zamanlar. Aradığınız zaman onları bulamama ihtimaliniz çok yüksekti. Muhtemelen kaşla göz arasında, ya arkadaşlarının evine, ya arkadaki boş arsaya, ya da yan sokağa kaçmış olabilirlerdi.
Son şanslı kuşak olan 80'lerin çocuklarıyla, 90'ların çocukları arasındaki fark, jenerasyon farkı olarak, diğer hepsinden daha fazla oldu. 90'ların çocuklarının rus babysitterları vardı ve neredeyse bilimsel yöntemlerle büyütüldüler. Arsalar otoparklara, arkadaşların evleri izin alınmadan gidilemeyen hapishanelere, yan sokaklar ise tanınmazlığa dönüşmüşlerdi. Doyasıya ip atlayıp, top oynayan 80'lerin çocuklarının yanında 90'ların çocukları, vücutlarındaki tek bir kası çalıştırmayı öğrendiler. Tetris oynayarak baş parmaklarını çalıştırmayı.
80'lerin çocuklarından, Mc Donalds ve diğer hızla yaygınlaşan fast food çılgınlığına kapılmamış olanlara bakıyorum da, hepsi normale yakınlar. 90'ların çocukları ise, Milupa'dan Mc Donalds'a yaptıkları hızlı geçiş sonrasında, parmak jimnastiğinin isteniler kalori harcamasına sebep olmaması dolayısıyla, iri yarı oldular.
Dipnot : Eğer bugün bizim yaşınıza yakın birinin kolunda çiçek aşısı izi görürseniz, bilin ki o 80'lerde çocuk olmanın keyfini yaşamıştır. Türkiye'de çiçek hastalığının kontrol altına alınmasından sonra aşı 1978'de mecburi çocuk aşıları listesinden kaldırmıştır. 77 model ve öncesi bu aşılarını kollarında gururla taşımaya devam etmekdirler.
7 Şubat 2011 Pazartesi
Sönen gencecik bir hayatın ardından zırvalamalar...
- Niye gitmiş?
- Yeni mi tanışmışlar?
- Kocası neden yanında değilmiş?
- Su testisi miymiş?
- Keratayla konuştun mu?
Tanımam, etmem ama bu olayla Türkiye'de kadın olmanın ne kadar zor olduğunu bir kere daha anladım. Ama anlamadıklarım daha çok işte onlar da aşağıda...
Öncelikle herkesin kafasına sokması gereken bir şey var. Biz kadınlar, bekar olabiliriz ama evli de olabiliriz, nişanlı olabiliriz, mutlu bir birliktelik içinde olabileceğimiz gibi mutsuz bir birliktelik içinde de olabiliriz. Bu birlikteliklerin içinde, istediğimiz zaman, yanımızda ilgili erkek olmadan da arkadaşlarımızla dışarı çıkabiliriz. Bu ne o kişiyi artık sevmiyoruz, saygı göstermiyoruz demek, ne de ilişkimiz sallantıda demek. Kısa ve öz bir açıklaması var bunun, canımız eğlenmek istedi dışarı çıktık demek. Yanında mıydınız siz onun? Nereden biliyorsunuz kocasını yanına almak istemediğini? Belki adamın işi vardı, olamaz mı? Kadına düşen görev kocasının gitmediği zamanlarda dizini kırıp evde oturmak mı?
Dışarı çıkabileceğimiz gibi arkadaşlarımızın evine de gidebilmeliyiz biz. Hayat seksten ibaret değil, 4 duvarı, kapalı kapıyı gören her kadın ve her erkeğin aklından "hadi bir anda herşeyi unutalım, sevişelim" düşüncesi geçmiyor. Nereden biliyorsunuz adamın kızı eve bırakmak için daha yakında olan kendi evine arabasını almak için gitmediğini? Anahtarın yukarıda mutfak tezgahının üzerinde olabileceği de aklınıza gelmemiştir şimdi sizin değil mi? Ya da çok iyi anlaştılar o gece, eve gitmeden önce birlikte bir bardak kahve içmek istediler? Ya da kızın artistik yönü çok kuvvetli, adam evini yeniden dekore etmek istiyor, kızın fikirlerini almak istedi? Yanında mıydınız siz onun? Nereden biliyorsunuz o eve kocasını aldatmaya gittiğini? Kadına düşen görev kimsenin aklına kötü birşey gelmesin diye en masum aktiviteleri bile yapmamak mı?
Ne oldu, ne bitti bilmiyorum. Umursamıyorum da... 30lu yaşlarının başında, nefes darlığından hayattan kopan bir kız için üzülürüm ben. Kocasını aldatsa da, aldatmasa da. Çünkü arka planda ne yaşadıkları, ne yaptıkları, ne yapmadıkları beni hiç ama hiç ilgilendirmez. Ve bence sizi de ilgilendirmesin şu saatten sonra.
- Yeni mi tanışmışlar?
- Kocası neden yanında değilmiş?
- Su testisi miymiş?
- Keratayla konuştun mu?
Tanımam, etmem ama bu olayla Türkiye'de kadın olmanın ne kadar zor olduğunu bir kere daha anladım. Ama anlamadıklarım daha çok işte onlar da aşağıda...
Öncelikle herkesin kafasına sokması gereken bir şey var. Biz kadınlar, bekar olabiliriz ama evli de olabiliriz, nişanlı olabiliriz, mutlu bir birliktelik içinde olabileceğimiz gibi mutsuz bir birliktelik içinde de olabiliriz. Bu birlikteliklerin içinde, istediğimiz zaman, yanımızda ilgili erkek olmadan da arkadaşlarımızla dışarı çıkabiliriz. Bu ne o kişiyi artık sevmiyoruz, saygı göstermiyoruz demek, ne de ilişkimiz sallantıda demek. Kısa ve öz bir açıklaması var bunun, canımız eğlenmek istedi dışarı çıktık demek. Yanında mıydınız siz onun? Nereden biliyorsunuz kocasını yanına almak istemediğini? Belki adamın işi vardı, olamaz mı? Kadına düşen görev kocasının gitmediği zamanlarda dizini kırıp evde oturmak mı?
Dışarı çıkabileceğimiz gibi arkadaşlarımızın evine de gidebilmeliyiz biz. Hayat seksten ibaret değil, 4 duvarı, kapalı kapıyı gören her kadın ve her erkeğin aklından "hadi bir anda herşeyi unutalım, sevişelim" düşüncesi geçmiyor. Nereden biliyorsunuz adamın kızı eve bırakmak için daha yakında olan kendi evine arabasını almak için gitmediğini? Anahtarın yukarıda mutfak tezgahının üzerinde olabileceği de aklınıza gelmemiştir şimdi sizin değil mi? Ya da çok iyi anlaştılar o gece, eve gitmeden önce birlikte bir bardak kahve içmek istediler? Ya da kızın artistik yönü çok kuvvetli, adam evini yeniden dekore etmek istiyor, kızın fikirlerini almak istedi? Yanında mıydınız siz onun? Nereden biliyorsunuz o eve kocasını aldatmaya gittiğini? Kadına düşen görev kimsenin aklına kötü birşey gelmesin diye en masum aktiviteleri bile yapmamak mı?
Ne oldu, ne bitti bilmiyorum. Umursamıyorum da... 30lu yaşlarının başında, nefes darlığından hayattan kopan bir kız için üzülürüm ben. Kocasını aldatsa da, aldatmasa da. Çünkü arka planda ne yaşadıkları, ne yaptıkları, ne yapmadıkları beni hiç ama hiç ilgilendirmez. Ve bence sizi de ilgilendirmesin şu saatten sonra.
5 Şubat 2011 Cumartesi
World of Warcraft'in içinde yaşamak istiyorum !
- İstediğim yere gitmemi sağlayacak teleport scrollar istiyorum.
- Heartstone'um Atina'da cooldown'ı olmasın istiyorum.
- Nagrand'da şelaleli adada ev istiyorum.
- Sinirlendiğimde log off edebilmek istiyorum.
- Hayatta istemediğim karakterleri ignore etmek istiyorum.
- Kendimi hasta hissettiğimde heal tuşuna basip iyileştirmek, o da olmazsa health potion içmek istiyorum.
- Bir pyroblastla kızdığım kişi yere yapışsın istiyorum.
- Tsigelis'e Flawless Diamond Solitaire hediye etmek istiyorum.
- Yemeğimi conjure etmek, yediğim yemeğin healthimi ve manamı doldurmasını istiyorum.
- Çiçek toplamak, onları auction house'da satmak istiyorum.
- Satın aldığım kıyafetler sayesinde adam olmak istiyorum.
- Orb of the Sin'dorei'e tıkladığımda 1.80 boyunda afet bir kızılşın olmak istiyorum.
- Haftada 4 akşam 25 kişilik arkadaşlarımla maceraya katılmak istiyorum.
- Yanlışlıkla ölürsem, gnome sacrifice denilsin istiyorum.
- Ressurect edilebileyim istiyorum.
- Ölürsem suç healer'ın olsun istiyorum.
- Başım sıkıştığında benim yerime dayak yiyecek tanklar olsun etrafımda istiyorum.
- Hergün tekrarlanabilen zevkli questler, bu questlerden kazandığım paralar beni geçindirsin istiyorum.
- Kirlenen, yıpranan giysilerim repair butonuyla tamir edilsin istiyorum.
- Hırsızlık yapana ninja diyebilmek istiyorum.
- Yaptığım herşey xp kazandırsın istiyorum.
- Gece dişlerimi fırçalarsam, statlarım artsın istiyorum.
- Yaptıklarıma aferin diyecek achievement sistemi istiyorum.
- Arkeolojiyle kazıp kazıp iskelet dinozor binek istiyorum.
- Kuşum olsun, istediğim yere uçabileyim istiyorum.
- Her sabah uyandığımda tips&tricks verilsin istiyorum.
- Herşeyin bir pattern'i olsun sürpriz olmasın istiyorum.
- Alterac Valley'de keçiyle dolaşmak istiyorum.
- Sanctum of Stars'da yıldızları izlemek istiyorum.
- Herşeyim bir battle.net accountunda olsun, bir tokenla erişebileyim istiyorum.
- Kendime özel banka istiyorum.
- Yanımda 100'ün üstünde item taşıyabileyim istiyorum.
Ama en çok... günün birinde fail edersem, Delete Toon butonu istiyorum. Arkasından da Please Chose Your Server, Faction, Race, Gender yazısı gelsin, herşeye yeniden başlayabileyim istiyorum !
- Heartstone'um Atina'da cooldown'ı olmasın istiyorum.
- Nagrand'da şelaleli adada ev istiyorum.
- Sinirlendiğimde log off edebilmek istiyorum.
- Hayatta istemediğim karakterleri ignore etmek istiyorum.
- Kendimi hasta hissettiğimde heal tuşuna basip iyileştirmek, o da olmazsa health potion içmek istiyorum.
- Bir pyroblastla kızdığım kişi yere yapışsın istiyorum.
- Tsigelis'e Flawless Diamond Solitaire hediye etmek istiyorum.
- Yemeğimi conjure etmek, yediğim yemeğin healthimi ve manamı doldurmasını istiyorum.
- Çiçek toplamak, onları auction house'da satmak istiyorum.
- Satın aldığım kıyafetler sayesinde adam olmak istiyorum.
- Orb of the Sin'dorei'e tıkladığımda 1.80 boyunda afet bir kızılşın olmak istiyorum.
- Haftada 4 akşam 25 kişilik arkadaşlarımla maceraya katılmak istiyorum.
- Yanlışlıkla ölürsem, gnome sacrifice denilsin istiyorum.
- Ressurect edilebileyim istiyorum.
- Ölürsem suç healer'ın olsun istiyorum.
- Başım sıkıştığında benim yerime dayak yiyecek tanklar olsun etrafımda istiyorum.
- Hergün tekrarlanabilen zevkli questler, bu questlerden kazandığım paralar beni geçindirsin istiyorum.
- Kirlenen, yıpranan giysilerim repair butonuyla tamir edilsin istiyorum.
- Hırsızlık yapana ninja diyebilmek istiyorum.
- Yaptığım herşey xp kazandırsın istiyorum.
- Gece dişlerimi fırçalarsam, statlarım artsın istiyorum.
- Yaptıklarıma aferin diyecek achievement sistemi istiyorum.
- Arkeolojiyle kazıp kazıp iskelet dinozor binek istiyorum.
- Kuşum olsun, istediğim yere uçabileyim istiyorum.
- Her sabah uyandığımda tips&tricks verilsin istiyorum.
- Herşeyin bir pattern'i olsun sürpriz olmasın istiyorum.
- Alterac Valley'de keçiyle dolaşmak istiyorum.
- Sanctum of Stars'da yıldızları izlemek istiyorum.
- Herşeyim bir battle.net accountunda olsun, bir tokenla erişebileyim istiyorum.
- Kendime özel banka istiyorum.
- Yanımda 100'ün üstünde item taşıyabileyim istiyorum.
Ama en çok... günün birinde fail edersem, Delete Toon butonu istiyorum. Arkasından da Please Chose Your Server, Faction, Race, Gender yazısı gelsin, herşeye yeniden başlayabileyim istiyorum !
16 Ocak 2011 Pazar
Çalışmayan her insan toplumun asalağıdır.
"Bir kitap okudum, hayatım değişti" cümlesi, oldum olası beni güldüren bir beyanattır. İnsanların hayatlarının nasıl kitaplara bağlı olduğunu, bir kitabın, bir insanın düşünce yapısını nasıl etkileyebileceğine inanmazdım oysaki.
Ama... Bir kitap okudum, hayatım değişti. Ayn Rand'ın "Atlas Vazgeçti" isimli kitabından bahsediyorum. Eylül ayının başlarıydı, yazlıkta can sıkıntısından patlarken, tesadüfen bir arkadaşıma ne okuduğunu sordum, konusunu bilmesem de öncelikle ilk cildini alıp okumaya karar verdim. Kitap dediysem, öyle bir oturuşta okunup, hazmedilen bir kitap değildi. Öncelikle 3 cilde yayılmış, 1.800 sayfadan bahsediyorum, hemen belirteyim. Çok zor okudum, okurken kendimle çatıştım, onlarca kez "hadi canım" diyerek elimden fırlattım. Araya zaman koydum, araya başka kitaplar aldım onları okudum. Ama, kitabı bitirdiğim 2 gün öncesine kadar aklımın bir köşesi, çalışırken, eğlenirken, yatağa yattığım zaman uyumadan önceki zamanlarda, banyo yaparken suyun altında, kitapla meşguldü.
Ne anlatıyor bu kitap? Neden bu kadar rencide etti seni? Bu soruları 2 gündür kendime devamlı soruyorum. Ben sol görüşlü bir aileden gelen, yetişme tarzı olarak sol görüşü benimsemiş, oylarını bu yaşa kadar, tatlı su solundan, komünist partiye kadar kullanmış olan biriyim. Ekonomide, rekabetin yavaşlatılmasını, devlet eliyle konmuş kuralların gerekliliğini, insanların zor dönemlerinde sığınmaları gereken sosyal güvenlik kurumlarını ve hatta sosyal güvenlik yasalarını ve işçinin yanında olan bütün yasaları da altına imzamı atabilecek kadar savunmuş, üstelik bu yasaları kendime yakın gördüğüm partiler dışındakiler çıkardığında da takdir etmiş bir insanım. Bu kitap, benim işte bütün bu düşüncelerimi, kafamda var olan "insan temiz bir varlıktır" imgesini, sendika mevhumunu, sosyal güvenlik kavramını, ekonomiye devlet müdahalesi gerçeğini teker teker gözden geçirmeme yol açtı.
Kitabı okurken, gerçek hayata ilişkin çok şey düşündüm. Ama kafamda en çok çınlayanı, kendimi en çok sorgulatanı bu cümle oldu. "Çalışmayan her insan toplumun asalağıdır." Bu cümle kitapta yok, tamamen kendi düşüncelerim ve kendi kelimelerimle kurulmuş bir cümle. Tek cümleyle kitabı özetlememi isteyenlere, benim okuduğun, hazmettiğim, özümsediğim ve kurduğum bir cümle.
Kitapta bahsedilen onlarca konudan, en önemlisi bu zaten. İnsan denilen varlık, işinden kaytarmaya, gerekli gereksiz hasta numarası yapmaya, üretiminden çok üretmemeye meğilli olduğu sürece, işvereni sömürecektir. İşçilerin çalışma koşullarının düzenlenmesi konusunda sendikaların varlığının haklı bir gerekçe olduğuna hala şiddetle inansam da, sendikaların, işçiler ne kadar az çalışırlarsa, o kadar iyi mantığından da kurtulması gerektiğini düşünüyorum artık.
Kendini geliştirmek isteyen, içindeki hırsı öne çıkarmak isteyen herkesin okuması gereken bir kitap bu. Ama öncelikle, insana kendini sorgulatan bir kitap. Ben mesela, işe geç gittiğim ya da canım evden çıkmak istemiyor bahanesiyle gitmediğim her dakikanın hesabını sordum kendime, anneme de okuttum kitabı bir yandan, o da bugünlerde, çalıştığı süre kadardır emekli maaşı aldığını düşünüp kendini suçlu hissediyor mesela.
Kısacası, birşeyler aldığımız ekonomiye, birşeyleri geri vermemiz gerekiyor sanırım.
11 Ocak 2011 Salı
Benim hayallerim var...
6 ay önce kendi işimi kurarken içimde bir tedirginlik, bir de heyecan vardı. Kafamda dönüp duran "yapabilir miyim?" sorusu, heyecanımı bastırıyordu. Etrafımdaki herkes yola doğru insanlarla çıkmanın öneminden bahsediyordu. Tesadüfen tanıştım onlarla, güvendik birbirimize, 4 aylık ortaklığımızın sonunda, daha para kazanmadık ama ben bu hayatta iki baba daha kazandım. Ve onlardan aldığım cesaretle, hayatımın işçilik dönemini kapatıp, işverenlik dönemine geçiyorum.
Şimdiki iş yerimde 5. yılımı doldurmayı beklediğim şu günlerde, neredeyse her pozisyonda çalışmaktan kaynaklanan haklı bir özgüvenim var. Bunun yanına iki babamın deneyimlerini ve bilgilerini koyduğum zaman, ister istemez "kim tutar bizi?" diye bağırmak istiyorum. Ve haklı olarak hayaller kuruyorum.
Çok büyük değiller benim hayallerim. Hırslı olmadığımdan ya da daha fazlasına ulaşamayacağımı düşünmediğimden değil. Ama hepsi, şimdi, bu sene gerçekleşsin istiyorum.
Geçen yıl bir ameliyat üstü maddi sıkıntılar nedeniyle bıraktığım binicilik derslerime dönmek istiyorum. Ve eğer yapabilirsem, 2011 yılının sonunda, en az benim kadar hırçın ama en az kendim kadar arkadaş canlısı bir ingiliz atı almak istiyorum. yarışmak değil, atımla özgür olmak istiyorum. Atı sadece manejde görmek istemiyorum, eğerini ben takayım, bindikten sonra haraya ben götüreyim, battaniyesini üzerine ben örteyim, istiyorum. Bencilce hayallerim bunlar, atıma benden başka hiç kimse binmesin istiyorum.
Evde duran ve yaklaşık 10 senedir atıl olan pianoyu kedimin işgalinden kurtarmak ve onun sadece bir yatak olmadığını herkese ispatlamak istiyorum. Virtüöz olmak gibi bir isteğim de yok ayrıca ama pianonun sesi haftada bir kez evime huzur versin, kulaklarımın pasını silsin istiyorum.
Ve... En büyük hayalim, yunanca öğrenmek istiyorum. Bunun için işimden paranın yanında, tanrıdan akıl fikir istiyorum. İlk bu hayali gerçekleştirmeye karar verdim. Geçen hafta derslere başladım. Çok büyük bir başarı değil ama 7 yaşındaki çocukların yapabildiğini yapabiliyorum ben de. Okuyup yazabiliyorum artık Yunanca. Diğerlerinden farklı bu hayalim. Bunu tam yapmak istiyorum. Bir yunanlı kadar iyi konuşmak, bir yunanlının aksanına sahip olmak istiyorum.
Ben bu aralar iş dışında bir hayatın da olduğunu keşfediyorum. Döke saça, unuttuğum, vazgeçmek zorunda kaldığım hobilerimden 3 tanesini tekrar canlandırmak istiyorum. Maymun iştahlılığımı törpülemeye çalışıyorum.
Hobi denemez ama 2 senedir bankada gezi fonu oluşturmuştum. Param birikince uzaklara gidiyordum. Maddi açıdan beni en zorlayacak hayalim bu... ama ben kazandığım parayla dünyanın etrafında 4 tur atmak, yörüngeye oturmak istiyorum !!!
Şimdiki iş yerimde 5. yılımı doldurmayı beklediğim şu günlerde, neredeyse her pozisyonda çalışmaktan kaynaklanan haklı bir özgüvenim var. Bunun yanına iki babamın deneyimlerini ve bilgilerini koyduğum zaman, ister istemez "kim tutar bizi?" diye bağırmak istiyorum. Ve haklı olarak hayaller kuruyorum.
Çok büyük değiller benim hayallerim. Hırslı olmadığımdan ya da daha fazlasına ulaşamayacağımı düşünmediğimden değil. Ama hepsi, şimdi, bu sene gerçekleşsin istiyorum.
Geçen yıl bir ameliyat üstü maddi sıkıntılar nedeniyle bıraktığım binicilik derslerime dönmek istiyorum. Ve eğer yapabilirsem, 2011 yılının sonunda, en az benim kadar hırçın ama en az kendim kadar arkadaş canlısı bir ingiliz atı almak istiyorum. yarışmak değil, atımla özgür olmak istiyorum. Atı sadece manejde görmek istemiyorum, eğerini ben takayım, bindikten sonra haraya ben götüreyim, battaniyesini üzerine ben örteyim, istiyorum. Bencilce hayallerim bunlar, atıma benden başka hiç kimse binmesin istiyorum.
Evde duran ve yaklaşık 10 senedir atıl olan pianoyu kedimin işgalinden kurtarmak ve onun sadece bir yatak olmadığını herkese ispatlamak istiyorum. Virtüöz olmak gibi bir isteğim de yok ayrıca ama pianonun sesi haftada bir kez evime huzur versin, kulaklarımın pasını silsin istiyorum.
Ve... En büyük hayalim, yunanca öğrenmek istiyorum. Bunun için işimden paranın yanında, tanrıdan akıl fikir istiyorum. İlk bu hayali gerçekleştirmeye karar verdim. Geçen hafta derslere başladım. Çok büyük bir başarı değil ama 7 yaşındaki çocukların yapabildiğini yapabiliyorum ben de. Okuyup yazabiliyorum artık Yunanca. Diğerlerinden farklı bu hayalim. Bunu tam yapmak istiyorum. Bir yunanlı kadar iyi konuşmak, bir yunanlının aksanına sahip olmak istiyorum.
Ben bu aralar iş dışında bir hayatın da olduğunu keşfediyorum. Döke saça, unuttuğum, vazgeçmek zorunda kaldığım hobilerimden 3 tanesini tekrar canlandırmak istiyorum. Maymun iştahlılığımı törpülemeye çalışıyorum.
Hobi denemez ama 2 senedir bankada gezi fonu oluşturmuştum. Param birikince uzaklara gidiyordum. Maddi açıdan beni en zorlayacak hayalim bu... ama ben kazandığım parayla dünyanın etrafında 4 tur atmak, yörüngeye oturmak istiyorum !!!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)