18 Nisan 2012 Çarşamba

Google'dan medet uman bunak....


Sevgili google...

Zaten her türlü verime sahipsin değil mi? Bu kız kim? Anası kim? Babası kim? Ne yer, ne içer? Nerede gezer? Kiminle nerelerde buluşur? Siyasi görüşü nedir? Üye olduğu dernekler hangileri? Son 10 erkek arkadaşı kimdir? Kimin uğruna şiir yazar? Kimin uğruna gözyaşı döker? Bilumum psikiyatrik hastalıkları nelerdir? Kara listesinde kimler vardır. Yaptığım son 10bin aramayı da aklında tuttuğunu biliyorum. Acilen unut! Adımı yazıp görselleri istesem, en çirkin resmimi karşıma çıkarmayı da biliyorsun değil mi?

Bak ne güzel feed etmişim seni. Sana hazreti diyenler var ama... Almadan vermek hazretilere mahsus değil! O yüzden... gel seninle bir anlaşma yapalım...

Ben artık sana... anahtarımı nereye koyduğumu.... bugün ne giymem gerektiğini... bu sene ne kadar ciro yapacağımızı, 3 ay önce salı akşamı ne yediğimi, filancanın beni sevip sevmediğini, arkamdan konuşan insanların listesini, sevdiğim herifin şu anda ne haltlar yediğini, 10 sene önceki arkadaşlarımla aramdaki ilişkileri, bilmemkimle 20 sene önce neden kapıştığımı... falan da sorabilmek istiyorum.

Kısacası... çoooook çalışman lazım google.... çooooooook!

Bazen senin söylemek istediklerin söylenmiştir...


Söylemek istediklerim zaten söylenmiş,
icatlarımın babaları hep farklı,
aklımdan geçenler yüzünden başkaları hüküm giymiş zaten...

hayat bir rinse and repeatken... bir şey okursun... o an düşündüklerine cuk oturur... bunu ben yazacaktım lan? içinden üzerine hiçbir şey söylemek gelmez... söylediklerin altlık olarak kalır... bu sefer sonra değil, önce mançiz olmuşsundur... buyrun





Kara, Kızıl ve Şair

Ne derin kanamışsın yarana ben em olamadım
İçine ağlamışsın sel kaynağın bulamadım
Çölde vaha zannettim de ben yanına varamadım
Sustum, pustum, durdum, uyuya kaldım kardeşim

Bir de altına... madem bu kadar ihanetten bahsettik... sözleri bana çok koydu be cicim...

16 Nisan 2012 Pazartesi

Muammer Karaca'dan Afife Jale'ye... Kafkasal bir masal!



2011, ağustos... Herşeyi kurtaramasam da bir kısmını kurtarmaya karar vermişim hayatımın, öyle gaza geldim ki, "Quantum Mechanics" ile ilgili ne bulursam okuyorum. "The Big Book" ezberimde, "Secret"i yaladım yuttum. Ve görseli içselleştirme zamanım geldi. O zamanlar yazmazdım, çizerdim... Aldım elime kalem kağıdı, çizdim... Hayallerim ne kadar büyük olursa, Evren beni o kadar önemser diye düşündüm. Bir kırmızı halı... bir bordo gece elbisesi... bir siyah CL... bir Oscar, bir Johnny Depp, bir milyon dolarlık ismime bir çek. Ve bir de kontrol referansı. Mavi üzerine beyaz puantiyeli Bic 0.7 kalem. Olay mavi üzerine beyaz puantiyeli Bic 0.7 kalemde bitiyor. O kalemi buldum, Oscar'ı aldım. Kurduğum mekanik böyle çalışıyor.

2011, eylül... Peykan bu ayol. Haydı, huydu, olduydu, kaldıydı derken... mani patlarmış inceden, gece gece. Geceleri başıma gelir benim ne gelirse. 3 şirket... 3'ünün de temeli gece 3de atılmış... Gece 3 yine, kıpır kıpırım. Google'da tiyatro oyuncusu aranıyor yazan bütün ilanlara tek tek bakıyorum. Hep deneyimli, hep deneyimli arıyorlar. E sen oynatmazsan, ben oynatmazsam, nasıl deneyim kazansın bu yavrucak? Neyse... bozma moralini... elimde bir kağıt... listenin üstü çizik çizik. Sıra geldi...

Tena Tiyatrosu diyor... Gökçe Çetiner diyor... ama deneyimli oyuncu demiyor. Hmmm.... bir kahve alayım ben...

Gecenin 3'ünde aramadım tabii... ertesi sabah aradım.

- ööööö Gökçe hanım? (aaalamam, eeelemem, ııııılamam ben, heyecanlanınca bildiğin ööööölerim)
- buyrun? (septik ama böyle, sanırsın, ilk doğan çocuğunuzu bize verir misiniz diye aramışım)
- ööööö tiyatro ilanınız için aramıştım? (ööölemekten ağlamaya geçicem az kaldı)
- buyrun? (aynı septik ses devam ediyor, yok bacım, çocuğun senin olsun, allah bağışlasın)

burada... bende bir kopuş... mani kıçımda patlıyor... dur durak bilmeden konuşmaya başladım. ne anlattım yarısını bile hatırlamıyorum. eğitimim yok... deneyimim yok... muhtemelen yeteneğim de yok... ama istiyorum... hiç olmazsa bir gram sahne tozu yutmak istiyorum.... oynatmayacaksanız da, dekor taşırım, yemek yaparım, kostüm ütülerim... awwwww buluşalım dedi! konuşalım dedi! üstüne üstlük, yarın dedi!

yarın oldu... ben odunu yontarım dedi! oynatırım dedi. kimler oynadı, sen mi oynamayacaksın dedi. provaya gel dedi! gittim...

2011, aralık... oyun zamanı dedi! korktum... Muammer Karaca dedi! hadi canım...

İlk yuttuğum sahne tozu Muammer Karaca oldu. Nice büyük üstadlara oynamanın kısmet olmadığı sahne. Uğruna şiirler, şarkılar yazılmış... her santiminde ayrı bir tarih yatan sahne... Nasıl bir duygu? Ben bu duyguyu biliyorum! İlkokul 1 Okuma Bayramı. Duygusu benzemese de sonu aynı! Peykan kafayı kaldırır, babasını görür, bildiği herşeyi unutur. Kamyon farına tutulmuş tavşan misali! Bu sefer babamı görmekten değil ama... 14bin watt gözümü aldı.

38 saniyede 38bin hata yaptım o gün ben. (sahnede yanlış yerde durdum, bakmamam gereken oyuncuya baktım, replik unuttum, replik üstüne bastım, sesim düştü, içimden birşeyler koptu düştü, ayağım takıldı, ben düştüm sanıyordum, heyecandanmış, düşmemişim)Sahnedeki 4 kişi, biri sufle verdi, diğeri kaş göz işareti yaptı, bir başkası benim söylemem gereken repliği evirdi çevirdi söyledi... ve show devam etti. çıktım dışarı... tebrik ettiler bir de üstüne... budaklı odunum. hem de artık en tescillisinden.

mahçupum. ilk yenilgim değil bu hayatta. ama tepki vermem lazım şimdi benim.  ama olsun... ne dedim? oynayamazsam yardım edicem... başladım arkayı çekip çevirmeye... sanatsal tarafım az olsa da, iş business'a gelince... çalışır kafam...

CV hızla uzadı sonra...

Bakırköy Büyülü Sahne
Göztepe Halis Kurtça
Kadıköy Barış Manço
Ortaköy Afife Jale...

CV ile birlikte... ben de uzadım sanki. 1.52'yim hala tabii.. cep insanından, cep oyuncusuna doğru bir evrilme var. Hatasız oyunum 1 tane... Ortaköy Afife Jale... ama hata sayım 38binden hızla indi aşağı. Heyecanlı mıyım? Hala İlkokul 1 Okuma bayramındaki kadar. İyi miyim? hahaha hiç olmayacağım ki? Ama... alıştım. tozuna da... tozunu almaya da... ışığına da... o ışığın ne zaman açılması gerektiğini düşünmeye de alıştım. O tozla, benim tozlarım yok oldu... o ışık... içime işledi.

ah o Gökçe... son bombasını da geçen hafta patlattı. 14 Mayısta, bir kez daha oynayalım dedi. Ama bu sefer, yarışmada birincilik için dedi...

Sahi Oscar'a ne kaldı?

İthaf : kısa zamanda benim için yönetmenlikten çıkıp, iyi arkadaşım kategorisine hızla yükselen Gökçe'ye... tüm taşkınlığımıza tahammül edip, beyefendiliğinden gram kaybetmeyen, eşi, Serkan'a.... yüzüm asıksa, benimle yüzünü asmak yerine, beni güldürmek için suratımda estetik operasyona bile kalkışan Tarkan'a, oyun ortasında gülmemek için ağzıma havlu tıkamama neden olup, sahneden çıkar çıkmaz "aferin"i için whatsapp'ima koşturan Ekin'e, belini incitmek pahasına, sırf bir prova daha alabilelim diye, o müthiş uçuşu defalarca tekrarlayan Kaan'a, her sahne çıkışımda, iki baş parmak havada, gülümser bir suratla karşılayan Levent'e, şapşallıklarımı sahnede ustalıkla örten Şebnem'e... Bir de Hüseyin var tabii... ouh beybi!

Son teşekkür... Zaman zaman çemberin içinde, zaman zaman dışındaydı aslında. Ama... içimdeydi çok çok. Aklımdaydı. Hayatımın yalnızca tiyatro kısmına ellemedi o... insanlığıma elledi. ezginin günlüğü'nden özür dileyerek : aşk hiç biter mi? kalır, bir mesajda, bir "pamuk romanında", bir arkadaşlıkta, bir hormonal hezeyanda...

15 Nisan 2012 Pazar

Selam size... Nikola ve Bart! Sizi unutmadım!







Selam size... Nikola ve Bart...
Özgürlüğüne inanlar...
Her gün doğan güneşle biz...
Sizle yola düşeriz...





Tarih derslerinden oldum olası nefret ettim. Sözel ve ezber deyin bana, ilk bulduğum ağacın ilk kovuğuna saklanayım. Orta 3'de böyle domuzcuk, pis bir tarih hocamız vardı. Coğrafya'ya da o gelirdi. Yanlışlıkla harita boyayacağın gün, getirme o boya kalemlerini, müdürün odasında keyifli bir gün geçirirdin. Neyse... hayatımın anlamı oldu o adam sonrasında... o sabah anlattıklarıyla...

Nasıl uykuluyum yine... bakmasa da uyusam durumu... tam içim geçiyor... adam bomba cümleyi sarfetti. "Herkesin kişisel bir anarşi günü olmalı" Ritüel insanıyım ben. Benim de olmalı.

15 Nisan benim anarşi günüm!

Her 15 Nisan sabahi erkenden uyanırım... o gün benim günümdür. 15 Nisan'da işe gitmedim hiç. İlk günden beri, bir bahanem hep var. Ama o gün... apayrı bir insanım ben! Bugün benim şükretme günüm... İstenilen şeyleri yapmama günüm. İnsanlardan kaçtığım, kendime saklandığım... anarşi günüm. Bencillik günüm... Sacco ve Vanzetti'yi anma günüm. 92 yıl önce bugün yapılmış bir soygunun, sırf italyan asıllı ve sendika temsilcisi olmaları nedeniyle, ksenofobik ve kapitalist amerika tarafından üstlerine yıkılmasını lanetleme günüm.

Can Yücel'in şiirini bir kere daha okuma günüm!

Yargıçlara son sözüm !

Bunlar gelmese başıma, siz çıkmasaydınız karşıma
ona buna dert anlatacağım diye köşe başlarında
harcar giderdim ömrümü,
silik, belirsiz, yenilmiş titretir giderdim kuyruğu.
Ama şimdi öyle mi ya!
Bizim başarımız bu ölüm, bizim zaferimiz bu.
Dünyada aklımıza gelmezdi böyle yararlı olacağımız,
insanlık için, adalet için, hürlük için
es kaza gördüğümüz bu hizmeti
bir kere değil, on kere yaşasak yapamazdık.
Dediklerimiz, hayatımız, çektiklerimiz hiç kalır bunun yanında
hiç kalır yanında idamımız -bir kunduracıyla bir işportacı parçasının idamı
Yaşayacağımız o son anı elimizden alamazsınız ya!
O bizim işte, o bizim zaferimiz.

Sacco ve Vanzetti olayının detaylarını yazmayacağım burada. Her tarih kitabında var zaten. Ama madem bugün benim anarşi günüm, kendi fikirlerimi yazacağım.

Şimdi... dil, din, ırk, alt kimlik, üst kimlik, bok, püsür diye insanları ayırmak adam olmamak demek benim gözümde. Bundan kastım, önümüze gelene boyun eğelim değil, ama sol yanımda koskoca enternasyonal varken, beton-millet-sakarya anlayışı da değil. Hümanist değilim, herkesi sevmiyorum... Mevlana da değilim... kim olursan ol gel de demiyorum. Ama şunu diyorum, hem de üstüne bastıra bastıra... Yukarıdaki sebeplerden birinden dolayı, önyargılıysan, siktir git benim hayatımdan diyorum.

Ve... savaşa ve savaşma olgusuna karşıyım. Ülkelerin adam gibi dış politika yapamamalarını, bir sürü insan açken, silahlanmaya ayırdıkları bütçeyi anlayamıyorum. Anlamalı mıyım ondan da emin değilim ama ben rütbesiz bir gelecek istiyorum.

Şimdilik bu kadar :)

Happy Anarchy Day!







12 Nisan 2012 Perşembe

tanrılardan bir uyarı...


Uyuyakalmışım... film seyrederken...

Kabus... ama nasıl kabus... yazmazsam unuturum... unutmaktan korktuklarımdan...

Gecenin bir vakti, pazar günü, kuaföre gidiyorum. Alt tarafı fön çektireceğim. Tuhaf bir kuaför, pembe müstakil bir bina, 2 basamak inip, beyaz oymalı bir demir kapıyla geçiliyor. Girdim içeri, bir iki saçlarına jelatin sarılmış kadın, bir manikürcü, bir kuaför. Manikürcüye, "şaşırdım, açıkmışsınız" dedim. Kadın, pazar günleri savruk ve tembel kadınlar için sabah 4'e kadar açık olduklarını söyledi. Fön çektireceğim alt tarafı... İngilizce konuşan (?!?!?!?), koyu kumral saçlı, yakışıklıca, bir kuaför, saçlarımı yıkamak için yıkama setine gitmemiz gerektiğini söyledi. Yıkama seti arkada. Kuaförün arkasına bir geçtik, ayrı bir bina sanki. Yerler mavi, eskimiş otel halıları gibi, merdivenlerin trabzanları soyulmuş altın. Güzel günler görmüş bir bina belli ki, ama eprimiş... Kumarhaneymiş. Görmek ister misin diye sordu içerisini, istemedim. İstiyorum ki, bir an önce yıkatıp saçlarımı insanların arasına döneyim. Bu arada şakayla karışık, yüzünde pis bir ifade ile elle taciz etmeye başladı beni. Gerisin geri koştum, ağlayarak dükkandan çıktım, arabama bindim... Çantamı bırakmışım.

Hangi ara geldi bilmiyorum ama, arabada miskin var. Zor günlerimde yanımda olan, derdimi dinleyen, akıl veren arkadaşlarımdan biri... ama çok kızgın... ben ağlıyorum, o ağlama diye bana kızıyor. O kızdıkça ben daha çok ağlıyorum. Elimde bir anahtar, ustunde mavi bir ip ve bir nazar boncuğu. Annemlerin evinin anahtarı, annemlere gitmemiz gerekiyor ama, saçlarımın yarısı tuhaf bir şekilde yolunmuş. Ben evime gideyim diyorum miskine. Daha çok kızıyor iniyor arabadan...

Sahil yolu gibi bir yerdeyim. Ama nedense kendimi 3 sene önceki eski erkek arkadaşımın evinin önünde buluyorum. Eski evi değil. Ama ben buraya bir kere daha gelmiştim. Bir binanın zemin katı... Arkada kocaman bir bahçe, kediler köpekler var. Eski halinde, bir tane tamir edilecek eski araba vardı, garajın içinde disko topu gibi bişi vardı, parti yaptıklarını düşünmüştüm önceden, pis bir yerdi, şimdi daha derli toplu diye düşünüyorum yada bu rüyanın içinde bir rüya mı? Bilmiyorum. Kız arkadaşıyla alışverişten dönmüşler, eşyaları taşıyorlar. Arabamı onların arabalarının yanına park edip arabadan iniyorum. Beni görmüyorlar. Görmediklerine seviniyorum. Camdan teyzesi bakıyor, çok severdim onu eskiden... El sallamak istiyorum ama görmediklerini hatırlıyorum. Bu arada yine kedi-köpek kokusu yoğunluğundan midem bulanıyor.

Sabah olmuş...Tekrar yola çıkıyorum...tuhaf ara sokaklar, bir türlü ana caddeyi bulamıyorum. İstanbul'un hangi yakasında olduğum konusunda bile bir fikrim yok. Ara sokaklardan giderken, ne alakaysa, kendimi karların üzerinde buluyorum. Araba binaların çatıların üzerinde, ağır, siyah, üzerinde ne işareti olduğunu anlayamadığım bir kapının önünde yarı beline kadar kara gömülüyor. Arabadan iniyorum ama yürümeme imkan yok. Yolu görebilmek için ilerlemem lazım. Karların içinde, çatının kenarına kadar yürüyüp, bir sonraki çatının karla kaplı olmadığını görüyorum. Çişim var... Arabaya kadar bile gidemiyorum... Olduğum yerde altıma yapıyorum. Arabanın yanına geldiğimde, ağır demir kapının arabanın arkasını ezmiş olduğunu, akordeona çevirdiğini görüyorum, tekrar ağlamaya başlıyorum. Arabaya biniyorum, karlardan ve çişten üstüm ıslak, herşeyi çıkartıyorum. Bagajda hep giysi olur ama kapı öyle ezilmiş ki alamıyorum. Üstümde bir tek t-shirt, araba çalışmıyor.

Deli gibi pedal çevirerek, arabayı damdan dama atlatıyorum, Sultanahmet meydanı gibi bir yerdeyim. Sol tarafımda büyük büyük ağaçların altında bir kafe. Öğleden sonra güneşi, demek o kadar debelenmişim karların içinde diye düşünüyorum. İnsanlar kafede cıvıl cıvıl. Karşı yolda pazar kurulmuş gibi ama böyle, kapalı çarşıda sattıkları ponponlu terliklerden, dansöz kıyafetlerinden falan satıyorlar. Yolun sağına bir Havaş otobüsü park etmiş. Bir adamla bir kadının yanına yaklaşıyorum. Adam kel, üstünde lime lime olmuş bir deri ceket var. Yanındaki kadın ondan en az 20 yaş küçük. Dudakları silikonlu ve pembe rujlu. Adama yolu soruyorum. Tarif etmemekte direniyor. Sürekli arabaya binin, biz götürürüz diyor, arabamı burada bırakamam diye ısrar ediyorum ben de... en sonunda yanındaki kadın kızıyor. Cep telefonunu uzatıyor bana, istediğini ara, gelsin alsınlar seni diyor. Annemi arıyorum... 0 532... o anda başucumda çalan telefonun sesiyle irkilerek uyandım...

Sorun ne? Sorun aşk acısı... 2 haftadır böyleyim... Canım yanıyor, tam kabuklanacak o yaralar, kaşıyorum ben, kenarlarından kopartıyorum. O yaranın iyileşme esnasındaki kaşıntısını tatmin etmek, anlık zevk veriyor... Ertesi sabah canım daha da acıyor.

Bu sabah karar verdim, yaramın iyileşmesine izin vermeye... Bu sabah, kaşımamaya karar verdim. Bütün sabah ağladım. Evdeki bütün Uno'ları yedim, yiyemediklerimi Tiftik yedi.


Üstüne bi koca KFC tavuk yedim, "a little princess"i 150bininci kez seyrederken. Ve 150bininci kez iki gün sonra unutacağımı bilerek içimden "bütün kızlar prenseslerdir" dedim. Uyuyakalmışım... Yaramın telefonuyla uyandım... kaşımamaya karar verdim... açmadım....

Rüya tabirlerinden, yorumlarından hiç anlamam, haz etmem, bana birisi rüyasını anlatsa, "kıçın açıkta kalmış, bir daha yorganını daha sıkı ört" derim. Ama ben bunu...eğer bir yerlerde varsalar, tanrılardan bir uyarı olarak aldım...

Tacize uğramadın,
Çantanı kaybedip, sokakta cep telefonsuz, 5 parasız kalmadın,
Gidebileceğin bir evin, bir anne evin var,
Ve bunların yolunu bulabilecek akli melekelerin,
Altına işeyip toplum içinde kendini rezil etmiyorsun,
Bir araban var... arasıra çarpıyorsun ama olsun,
Her gel diyenle gitmiyorsun...
ve sen o 3 sene önceki erkek arkadaşınla olan ayrılığı atlattın!

Derdin yaran mı? Al o da aradı işte...
Şimdi sen adam ol... adam ol... kaşıma... o telefonu... açma!









bazen de şiir gelir aklına...


en durgun nehirdin sen... kıyısında oturup soluklanmalık... yorgun bir kalbin pili, kuru bir stampanın mürekkebi... eski bir yorganın iğnesi... kendine batırmalık... yine de... benimsin...

anlamlı yüzlerde bir harf... bir elif... bir cimdin sen... ışıldayan, kıpırdaşan, tanıdık bir mızrap... yok hayır... bir ızdırap... çok derinlerde... aslında... benimsin...

gördüklerime kör kulağım... söylediklerine sağır gözlerim... sıcaklığını hissedemiyor artık damağım... ama... lezzetlisin... çünkü... benimsin...

sırtımda şal yerine yel... giysilerim parça pinçik... saçlarıma atılmış bir molotof gibisin, umurumda değil... benimsin...

her gün doğan güneşle... yollara düşme isteğim... birey olma nedenim... özgürlüğüme inanma bebeğim...  benim cesaretimsin... işte... dedim ya... benimsin...

istanbul'da bir pavyon... kars'ta bir şiir... yollarda bir trafik kazası... cebimde bir küpe teki... beni bütün bunlarla tanıştırdığın için... benimsin...

içimde müzeler... masumiyetinden en derin ahlaksızlığına... boş bir sigara paketi... bir toplantı notu... sahi... kadın atmış... olsun... ben hatırlıyorum ya... benimsin...

sen... benimsin... hiç elde etmediğim... elde edemeyeceğim... elde etmek istemediğim... basit... kaybedemeyeceğim... en çok da bu yüzden... benimsin...

İlhamı veren kişi olarak... son cümleyi yazma onuru da Ulus Baker'in olsun madem...

Cazgırlık etmem... Gönlünde yokum... Aşkımız, yok! Gerçekten... Güzeldin (benimdin)...



10 Nisan 2012 Salı

rötuşlanırken resimlerimiz, kayboluyordu ruhumuz...


Bazı kitaplar var, bazı cümleleri bende "kafaya odun" etkisi yaratıyor. Bu cümle de Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ından. Kitabın polisiyemsi garip gerginliğinin içinde, birkaç yerde fotoğraflar, yüzler, anlamları ve ruhlar ile ilgili ayrıntılar var. (evet evet magazin fotoğrafcısından çektiği resimleri yüzlerinin anlamını incelemek için isteyen kadın, Galip'in sürekli gördüğü resimlerde aradığı ama bulamadığı ruhlar...) Neden takıldım bu kadar onu da anlamadım ama... Böyle birşey işte... benim istediğim.

Etrafa saçılmış onca yüz kirliliğinin içinde, aradığımı bulmak umuduyla bakıyorum iki gündür resimlere. Bir isim yazıyorum google'a, o isimle ilgili görselleri istiyorum ve yüz ifadelerinin anlamlarına bakıyorum. Yaşanmışlıkların yanı sıra, yaşanmamışlıklarını çözmeye çalışıyorum. Sonra kendi kendime sorular soruyorum. - Hiç kırmızı bisikleti olmuş mudur? - İlk aşkı neye benziyordu? - Hiç aldatmış mıdır? -Hiç aldanmış mıdır? - Acaba tesadüfen kalabalıklarda karşılaşmış mıyızdır?

Küçükken de oynardım bu oyunu. Daha naifti o zamanlar, birşeyler aramıyordum yüzlerde. Taksimde Galatasaray Lisesinin önünde banklar vardı. Kambozdan aldığım bir sandviçle otururdum orada. Pipetten hüp hüp çekerken, gelene geçene bakardım. Müdavimler de vardı. İstiklal caddesinin olmazsa olmazları.

İnci Teyze vardı. Dilenirdi. Ermeni olduğunu iddia ederdi. Çok zenginmiş ailesi, sonrasında ablasının kötü evliliği, peşpeşe iflaslar, satılan mal mülk, bu hale düştüğünü anlatırdı. Ben en çok onun gözlerinde görürdüm hüznü ve yaşanmışlığı. Bir yanım hep inanırdı İnci Teyze'ye. Bazen benim sandviçimden verirdim, bazen de annem fazla para verirdi İnci Teyze'ye de sandviç alayım diye.

İstiklal caddesinin korkutma müdürü vardı sonra. Nedense bu ünvanı uygun görmüştüm ben ona. Arkadan sessizce yaklaşır kulağınıza bağırıverirdi. Herkes kaçışırdı ondan. Ben o zamanlar da nemrut ve tuhaftım. Ve hatta bir parça yabani. Korkmazdım. Anlamazdım da ama. Yüzünde çocuk felcinden kalma çarpıklığın anlamını o dönemde anlayamazdım. Şimdi nerelerde acaba. Belki 10 yıl oldu, ne gördüm, ne de ondan konuşanı duydum.

Burma bıyıklı, çakma madalyalı amca vardı. Elinde bastonu, yüzünden en az 5 cm taşan bıyıklarıyla bir baştan bir başa yürürdü caddede. Gururlu bir yüzdü. Madalyalarını kendininmişçesine, mağrur bir edayla, başı dik taşırdı. Çocuktum... hesap edemezdim, o yaşta birinin bu madalyalara sahip olamayacağını tahmin edemezdim. Kahramandı o benim gözümde.

Glavani apartmanının kapıcısı vardı. Az dayağını yemedim kendisinin, apartmanın önünde sigara içiyorum diye. Çok vurmazdı, hatta bir parça bizi sevdiğini bile hissederdim. Arkadan sinsice yaklaşır, elindeki rulo yapılmış gazetesini kafama çat diye indirirdi. Ya derse ya eve diye bağırırdı. Gazete rulosuyla terbiye edilen her köpekten farklı olarak, ve sırf Pavlov'a inat, İstiklaldeysem... fazladan bir 5 dakikam varsa... Glavani apartmanının önünde bir sigara içerim. Ritüelimdir. Ve beklerim umutsuzca, ben 17 yaşındayken 70 yaşında olan adamın, kafama vurmasını beklerim. O hiç vurmaz.

Saatçi amca vardı. Bizim okulun tam yukarısında, kuruyemişçinin önünde saat satardı. Yaz demeden, kış demeden. Sivil polis diyenlerle, uyuşturucu satıcısı diyenler kapışırdı. Konuşmazdı, yüzümüze bakmazdı. Ama dinlerdi. Ne zaman önünden geçsek, dinlediğini hisseder, sessizleşirdik.

Madame Kınar vardı. Hayatıma giren insanlar, en yakın arkadaşlarım, ailem ve hatta ben... Hiç birimizin yüzü onunki kadar güzel, onunki kadar temiz, onunki kadar anlamlı olmadı. Olmayacak da. Madame Kınar farklıydı. O bizim servis madamımızdı. Sabah yediye çeyrek kala servise bindiğim zaman yastığımı verirdi. Annem çalışıyor diye yastığımın yüzünü her hafta evinde yıkar getirirdi. Kocası öldü diye, bir gün bile siyahtan başka bir renk giymeyen, saçlarını da o günden sonra asla boyatmayan Madame Kınar. Aşkı ondan öğrendik biz. Aşkta dürüst olmayı da. En çok "sevdicekle oyun olmaz" derdi. Biz arkada kızlarla kim kiminle nerede dedikodusu yaparken, araya hep bir anekdot sokardı. İyi insan olmamız için uğraşırdı Madame Kınar. Şu anda... Madame Kınar'ın öldüğünü öğrendiğim günkü kadar ağlamamda içimde kıymık kıymık sevdalarımı anlatamamış olmamın da etkisi vardır. Ama gurur duy benimle... Ben hiç yalan söylemedim!

Giriş-gelişme-sonuç... Ama tıkandı işte içimde birşeyler. Böğürerek ağlamak istiyorum şimdi ben. Boyalıkuşlarla dolu bir dünyada papağan namzeti olarak pate cremeleri çekip, üstüne 3 kat fondöten, 2 kat concealeri sürmeden, o aptal dudak önde sırıtışımızı ve sahte maskemizi kuşanmadan evden dışarı adım atmayan bizler... Ne pis insanlarmışız be.



8 Nisan 2012 Pazar

Süt dökmüş Jedi...

Gördün di mi onu? Karizmatik böyle, zeki hem, the jedi path'i yalamış, yutmus... gücün de ışık tarafında üstelik. ümitlendin de di mi? ışın kılıcı var lan adamın, kurtarcak seni bu hayattan. bundan iyisi azerothda fire mage ya da holy paladin. öyle yani... ne yaptın? iki sohbet, iki mıç mıç... adam çamları devirmeye başladı bile aslında ama, senin bir ayağın yerde, bir ayağın cumhuriyetçilerin uzay gemisinde. arada kaçıyor tabii devrilen çamlar.

Prenses Leia-Padme arasında bişi hissediyorsun kendini. Herif, göz altı morluklarını falan bile seviyor di mi? Öyle aşmış, sanırsın dünyanın en büyük sorunu göz altı morlukların. Hah, yedin ayvayı. İşin kötüsü o ayva pişmemiş, reçellenmemiş, üstüne kaymak falan da konmamış. Sade ayva... dalından koparıldığı gibi. Yut, yut sen şimdi onun suyunu, posasını nasıl yiyip yutacağına sonrasında karar veririz nasıl olsa. Siktir et, keçiboynuzu da böyle zaten, bir kaç damla bal için, kemirip durursun tahtayı.

Sen görmezden gelirken devrilen çamları, güçte bir denge değişiminin olduğunu da hissediyorsun hafiften. Böyle bir "dark side of the force" dürtüyor seni. Sorgulamaya başlıyorsun hem kendi hislerini, hem de o toz kondurmadığın Jedi'ın hislerini. Aman canım ne olacak, koskoca konsey var hayatında, güveniyorsun, yok lan olmaz bişi diye...

Taa ki senin o koskoca Jedi, devirene kadar o sütü... kadınlık var lan serde... alt tarafı süt dökülmüş diye, saldır şimdi viledaya. Süt döküldü dökülmesine de... kızıyorsun bir yandan da. Eşek kadar ışın kılıcını kaç defa şu evin içinde açma, perdeler kırpık kırpık oluyor dedin, dinlemedi. Şimdi de devirdi işte sütü! o jedi path, o ışın kılıcı, o light side of the force... bi de tabii o karizma... yerle bir... ulan dedin... süt lan bu, dökmesine döktü sütü ama... bari bi süt dökmüş kedi modu olsa, yok o da yok... adam bi haklı, bi bişi...

neyse... böyle işte günümüzde insanlar... süt dökmüş jedi modu...

bir de ilkokulda verilen sütler vardı... bizim sınıfta bi çocuk her beslenme teneffüsü öncesinden tuvalet dönüşünde onları devirirdi içmemek için... canmışsın be çocuk sen... serbest çağrışım... iyidir...

  

Elmalı cevizli kek...


Öncelikle... Serap'a tarif için teşekkürler...


Godot'yu beklerken yaptım keki. Daha doğrusu geleceğini sandığım bir gündü. Yemez içmez birşey bu Godot... bir sade kahve, bazen orta şekerli bir türk kahvesi... çok ısrar edersen de bir kola. Ama görmüştüm bir kere, elmalı tarçınlı kurabiye yiyordu. Sever dedim... 4 yumurtayı şekerle hırsla çarparken, "bir yandan da elmalar neden kendi kendine soyulmazlar ki" diye düşünüyordum. Çırptım, çırptım karıştırdım, kekimi düşüncelerimle çarpıştırdım, göz kararı süte de gerek yok bu tarifte, kalktım... sana kek yaptım!

İyidir yemek yapmak... eğer kırmamışsan kafayı iyidir yani. Seni alır bambaşka alemlere götürür. Sen, mutfağın, kabın-kacağın ve malzemelerinle oynaşırken, o Godot, kimbilir nerede ne yapıyordur, ama önemli değildir. "Bir kaşık tarçın daha koysam mı acaba?" "Bu ilişki de tarçın gibi... bir kaşık daha ilgi koysam mı acaba?"

O anda şekillenir içinde. Godot gitmiştir artık. Beklemek güzel şeydir, gelecekse beklenen, ama varsın gelmesin, içindeki umut da aslında yeterlidir beklemek için.

Godot'yu beklerken fark edersin aslında Godot'yu beklemediğini. Eyleminin adının korkuyu beklemek olduğunu. (Yazar burada Oğuz Atay'a göz kırpmaktadır). Ve vazgeçersin Godot'dan...

4 yumurtayı kırarsın tekrar, 1.5 su bardağı toz şekeri ölçersin, alırsın karıştırmaya başlarsın, 1.5 su bardağı un, 1 minik şişe sıvı vanilya, 1 paket kabartma tozu, bir kaşık tarçını da eklersin içine, ki sıra 1.5 su bardağı dövülmüş cevize gelir. Bu sefer aklında tarçını fazla koysam mı, koymasam mı yoktur. Elmaları da koyup, karıştırdın mı, sıra kek kalıbının yağlanmasına gelir. Ve 170 derecede önceden ısıtılmış fırına, atarsın kekini.

Hiç gelmeyen Godot'lar ve korkularınla yüzleşirken sen, dışarda hayat devam etmiş... Arkadaşların seni hala çok severmiş. Kek fırındayken, onların ne kadar kıymetli olduğunu bilirsin, hissedersin. Ve başlarsın mutfak robotunda ekmek içi ile cevizi çekmeye. Tavuk da ocakta haşlanmaktadır.

Edebiyattan çok yemek tarifiyle ilgilenenlere bir not : tarif doğrudur. sonrasında tek yapmanız gereken, fırınınıza göre 40-45 dakika pişirmektir.



5 Nisan 2012 Perşembe

Sen İstinye'de bekle... ya da bekleme...


Sen İstinye'de bekle, ben buradayım...
İçinde köpek gibi havlayan yalnızlığın,
Çünkü sen oradasın, karanlıktasın...
Belki gelmem, gelemem... 5 dakika bekle, git...

Ya da,

Sen İstinye'de beklediğini zannet, ben kesin gelemem... gelmeyeceğim.... Sebebi basit... yanımda olmayanı ben daha çok seviyorum!

Yüzünü ıslatmadan ağlayamazsın, yarı geceden sonra da telefon edilmez zaten, çok ayıp, ben senin asla olamayacağını arıyorum! Sana ait ne varsa... beni korkutuyor... bana ait ne varsa... hiçbiri hiçbir zaman senin olmadı ki. Ölmek hakkını kullanırdın ama... karanlık adamlar... hüviyetini aldılar! Ayrıca ötenazi hala yasal değil...

Öyle işte...

3 Nisan 2012 Salı

Bir buruk sabah...


Arızayım ben... öyle mi doğdum, sonradan mı oldum bilmiyorum. Bir yerden sonra kabullendim ama... Arızayım. Her sabah ben uyanmadan bir tombala çekiliyor, o günkü ruh halimin nasıl olacağı ile ilgili. Ve ben bütün bir günü o ruh haliyle geçiriyorum. Bugün mesela, sayıların dünyasına uyandım.

Bütün dünya siyah fon üzerinde beyaz sayılı. Üstünde 22 yazan biri ekmek alıyor, 16 elindeki benzinlik kartını kasaya uzatırken, 22'ye ters ters bakıyor. 57 numaralı kasiyer bir yandan 22'nin uzattığı 1 lirayı hızlıca kasaya atarken, bir yandan 16'nın elindeki benzinlik kartıyla, kredi kartını ustalıkla alıyor. Arkamda üstünde oldukça pahalı bir takım elbise olan, suratında riyakarlara bahşedilmiş gülümsemesiyle 2 duruyor. Ayna görmeye çalışıyorum... Ben kaçım diye, ama kocaman bir boşluk var durduğumu sandığım yerde. Bana bir sayı atfedilmemiş. O anda anlıyorum... kendime bir sayı veremem ki ben? Objektif olmaz...

Peki ne bu sayılar? Hiç tanımadığım insanların üzerinde? Tabii ya... önyargılarım bunlar benim. Kafamın matematiğe diğer sosyal bilimlerin hepsinin toplamından fazla basmasından kaynaklanıyor. İnsan hesap kitabında, klasik spor totom... Ev sahibi takıma 1 puan, deplasman takıma 2 puan, beraberliklere 0 puan... Tanımadığım insanlar da artık sempatikliklerine, kılık kıyafetlerine, etraftaki insanlara ve bana olan davranışlarına göre alıyorlar ilk puanlarını. Kısacası, bir nev-i fiyat etiketi.

Gönül insan ilişkilerinde çok gollü beraberliklerin peşinden koşuyor. Bol anılı, eşitlik içinde, kendilerine ait bir dünya kurmak istiyor. Ama olmuyor, birilerine eksikken, diğerlerine fazlasın işte. Yapacak birşey yok... Herkes herşeyleşiyor, herşey etiketleniyor. Etiketlenenler ise benim kafamda ilgili çekmecelerine kaldırılıyorlar. Harcanabilirler, harcanamazlar... Ah bir de saplantılarımdan kurtulup, çekmece temizliği yapsam zaman zaman...