9 Mayıs 2012 Çarşamba

100 metre öteye taşınıyoruz...




Sever miyim... sevmez miyim... bilemedim... yazsam mı... yazmasam mı... bilemedim... denesem mi denemesem mi? bilemedim... 2 blog... 2 sene... bissüüüürüüüüü acı tatlı anı... ama ben bu blog olayını sevdim! Ben de varım lan bu hayatta demeyi sevdim... dinleyin beni dedim. düşüncelerimi gözünüze soktum... kiminize laf soktum... ve... kafamı topladım. Başak burcuyum ben. Öyle sığıntı gibi köşelerde kalamam! Kendi yerim olsun dedim. Çık diyen... artır diyen olmasın dedim...

oradanburadanpeykan.blogspot.com ve storiesoflael.blogspot.com aynı çatı altında olsun dedim... yine çok konuştum, çok dedim...

dümdüz git... merkez camiyi geçer geçmez... sağa dön.... ilk sokaktan sola... dükkan orada!

Yeni yerimizdeyiz! kahveye bekleriz... şanslıysanız, elmalı tarçınlı bile olabilir!

www.oradanburadanpeykan.com

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Bir harmanım ben...




Kadran 180'i gösterirken...







Maniğim, depresifim, çok çok obsesif, zaman zaman kompülsifim.  Tam kararacakken, kahkaha atarım. En mutlu olduğum an, ağlayabilirim. Terk edilmekten korkarım, terk etmekten korktuğum kadar değil. En çekici olduğum an, iterim. Tam nefret edecekken, aşık olursun. Hophop şarkıda sallanıp, en hızlısında dertop olurum. Dağınığım, savruğum, ama pisliğe katlanamam.  1. kadehi suratımı ekşite ekşite içip, 3.den sonra durduramayanım. Barda kahve içip, kıraathanede Yeşil Efe ararım. Baklavayla yeşil soğan yiyebilirim. Bir haftada 5 kilo alıp, 5 kilo verebilirim. En nefret ettiğim, sirke-sarımsak ikilisi için, bir sabah uyanıp kelle çorbası içebilirim, bulamazsam kıvranabilirim.

İlk bıraktıklarım en faydalılardır, en arızaya yapışırım. Vazgeçmeler kraliçesiyken, an gelir, benden istikrarlısı olmaz. Maymun benden daha iştahsızdır. 35 yaşında beyaz atlı prense inanır, kurbağa öpmekten hoşlanırım. "Seni seviyorum" dersen "hadi len" derim. Demezsen "de" isterim.

Her sabah ben uyanırken, bir tombala çekilir. Bir bütün günü o ruh halinde yaşarım.

Ve bu sabah olduğu gibi... 5 sene 60'la sağdan sağdan gidip, bir sabah kalkıp, bu arabanın motorunu açmak lazım diye sabahın 4'ünde yollara düşüp 180 basabilir, aynı zamanda aklımdan bunları geçebilirim.

Her gecenin sabahı,
Her kışın bir baharı,
Her şeyin bir zamanı.... olduğuna...

Benim tedavim olmadığına inanırım.

Hadi... sev beni!

3 Mayıs 2012 Perşembe

Aslanağızları, yaseminler, hanımelleri, japon gülleri, şakayıklar, boylu pitoslar ve laleler...




Bu bir nostalji yazısı değildir. Ben küçükken herşey şöyle güzeldi, böyle güzeldi formatına sokarsam yazıyı, ağzıma terlikle vurun... vurun ama... ben küçükken herşey daha güzeldi!

Mevsimlik çiçekler ekilirdi balkonlardaki saksılara, evlerin bahçelerine, sokaklara. Lale mi? O da neydi? Hakikaten lale mi vardı biz küçükken? Yoktu...




Aslanağızları vardı... kopartırdın bir tane, bastırdın mı iki yanından, ağzını açar kapatırdı. Filozof zamanlarımdı, tavşan ağzı olmalı derdim ben, tek kanallı siyah beyaz televizyonda, pazar sabahları sirkte gördüğüm aslanların ağzına benzemiyordu, Ali dayımın pişirip yediği, tavşanımın ağzına benziyordu...

Yaseminler vardı... bahçe duvarlarının kenarlarına ekilirlerdi. Geleni geçeni kokularıyla çatlatırlardı. Çaktırmadan bir tane yürütüp cebine attın mı, elini cebine soktukça kokusu gelirdi. cepteki paralarla birlikte yıvış yapış olurlardı. Bakkal bile bilirdi, o yasemin kimin bahçesinden kopartılmış...

Hanımelleri vardı... Arkasını kopartırdık, içinden çıkan bir damla balı hüpletebilmek için. En işe yarayan çiçekti. Canı tatlı çekenin temel besin kaynağıydı.

Japon gülleri vardı. Çiçeği tamamen koparmaya gerek yoktu. Bir yaprağı kapıcının bakmadığı anda aşırılabilirdi. İki katı ayrılabilir olma özelliğiyle, yeni yetme genç kızların ilk protez tırnağıdır kendisi. Her tırnak farklı renkte olurdu gülün ebruli özelliğinden dolayı.

Erengülleri vardı, şakayıklar. Katmerli gül de diyenler vardı. Hayallerin gelin çiçekleri yapılırdı bir buket erengülünden. Kıymetliydiler. Bahçesindeki şakayık sayısını bilmeyene adam denmezdi bizim oralarda. Mahalleli ile çocuklar arasında skor tabelasıydı. Kaç tane kim çalmış...

Şimdi ise...

Boylu pitoslar var. Kişiliksiz sitelerin, duvar diplerinden sokağa uzatıyorlar kafalarını. Andırsa da kokuları yaseminleri, çiçekleri bir biçimsiz, bir yıldızsız, bir pırıltısız...

Yine de...

Yine de yeğ be o pis lalelere. Uğruna otobüslere doldurup getirdiğiniz saçma sapan insanlara.

Sahi? Ne menem bir çiçektir o lale? Akmaz, kokmaz, bulaşmaz, yenmez, tırnak olmaz, ağzını kıpırdatmaz, gelin çiçeği olmaz. Daha kopartamadan elinde kalır be o...

Suni çiçeklerinizi gösterip büyüttüğünüz suni çocuklarınızla birlikte... hayırlı günler olsun size...

Siz terliği hazırlayın en iyisi... çünkü... biz çocukken daha güzeldi herşey.

Sıyrılıp gelen...

Umut umutlu birşey. En kaybettiğin anda, bir umut, tekrar umut edebiliyorsun. O giderken, yeni bir tanesi beliriveriyor başucunda. En ummadığın yerde, bazen yastığının altında, bazen yatağının kenarına düşmüş... Ama hep sabahları geliyor...

Biri, diğerine bağlanırken umutlarının... yok olanın eksikliklerini görmeye başlıyorsun.  kafanda yarattığının bile aksar, tıksar bir yanı olduğunu farkediyorsun. Ama hayat... ama umut... ama sen... sil baştan değil mi? Hayat akıp giderken, umudunu hergün yeniden yaratırken, sen değişiyorsun.


Eskiler eksik, eskiler karanlık, eskiler boşluk... diline pelesenk mutluluk şarkıların kısalırken, yerin altındaki bibuçuk metren on santim daha boy atarken, sen gerçekliğine daha çok gömülürken, umutlarının kokusu değişiyor, yanık sütten, yanık şekere dönüşüyor. Ve sen biliyorsun... bunun içine koysan da vanilyayı... bir puding olmaz artık senden. Daha az canın acıyor... daha az için burkuluyor... topuklarının altı gibi sertleşiyor kalbinin nasırları, umut iki günlük pomza etkisi yapıyor, rendeleyebilse keşke diyorsun. sen, senin arkanda kalmak isteyenlere değil... burun farkıyla... sıyrılıp gelenlere bakıyorsun.

Suların sesini dinle şimdi
Ormanın fısıldayışlarını
Yarılıyor dağların göğsü
Bir aşkı dinlendirmek için

Belli ki yakındır doğayı
Ve hayatı sarsacak saat

18 Nisan 2012 Çarşamba

Google'dan medet uman bunak....


Sevgili google...

Zaten her türlü verime sahipsin değil mi? Bu kız kim? Anası kim? Babası kim? Ne yer, ne içer? Nerede gezer? Kiminle nerelerde buluşur? Siyasi görüşü nedir? Üye olduğu dernekler hangileri? Son 10 erkek arkadaşı kimdir? Kimin uğruna şiir yazar? Kimin uğruna gözyaşı döker? Bilumum psikiyatrik hastalıkları nelerdir? Kara listesinde kimler vardır. Yaptığım son 10bin aramayı da aklında tuttuğunu biliyorum. Acilen unut! Adımı yazıp görselleri istesem, en çirkin resmimi karşıma çıkarmayı da biliyorsun değil mi?

Bak ne güzel feed etmişim seni. Sana hazreti diyenler var ama... Almadan vermek hazretilere mahsus değil! O yüzden... gel seninle bir anlaşma yapalım...

Ben artık sana... anahtarımı nereye koyduğumu.... bugün ne giymem gerektiğini... bu sene ne kadar ciro yapacağımızı, 3 ay önce salı akşamı ne yediğimi, filancanın beni sevip sevmediğini, arkamdan konuşan insanların listesini, sevdiğim herifin şu anda ne haltlar yediğini, 10 sene önceki arkadaşlarımla aramdaki ilişkileri, bilmemkimle 20 sene önce neden kapıştığımı... falan da sorabilmek istiyorum.

Kısacası... çoooook çalışman lazım google.... çooooooook!

Bazen senin söylemek istediklerin söylenmiştir...


Söylemek istediklerim zaten söylenmiş,
icatlarımın babaları hep farklı,
aklımdan geçenler yüzünden başkaları hüküm giymiş zaten...

hayat bir rinse and repeatken... bir şey okursun... o an düşündüklerine cuk oturur... bunu ben yazacaktım lan? içinden üzerine hiçbir şey söylemek gelmez... söylediklerin altlık olarak kalır... bu sefer sonra değil, önce mançiz olmuşsundur... buyrun





Kara, Kızıl ve Şair

Ne derin kanamışsın yarana ben em olamadım
İçine ağlamışsın sel kaynağın bulamadım
Çölde vaha zannettim de ben yanına varamadım
Sustum, pustum, durdum, uyuya kaldım kardeşim

Bir de altına... madem bu kadar ihanetten bahsettik... sözleri bana çok koydu be cicim...

16 Nisan 2012 Pazartesi

Muammer Karaca'dan Afife Jale'ye... Kafkasal bir masal!



2011, ağustos... Herşeyi kurtaramasam da bir kısmını kurtarmaya karar vermişim hayatımın, öyle gaza geldim ki, "Quantum Mechanics" ile ilgili ne bulursam okuyorum. "The Big Book" ezberimde, "Secret"i yaladım yuttum. Ve görseli içselleştirme zamanım geldi. O zamanlar yazmazdım, çizerdim... Aldım elime kalem kağıdı, çizdim... Hayallerim ne kadar büyük olursa, Evren beni o kadar önemser diye düşündüm. Bir kırmızı halı... bir bordo gece elbisesi... bir siyah CL... bir Oscar, bir Johnny Depp, bir milyon dolarlık ismime bir çek. Ve bir de kontrol referansı. Mavi üzerine beyaz puantiyeli Bic 0.7 kalem. Olay mavi üzerine beyaz puantiyeli Bic 0.7 kalemde bitiyor. O kalemi buldum, Oscar'ı aldım. Kurduğum mekanik böyle çalışıyor.

2011, eylül... Peykan bu ayol. Haydı, huydu, olduydu, kaldıydı derken... mani patlarmış inceden, gece gece. Geceleri başıma gelir benim ne gelirse. 3 şirket... 3'ünün de temeli gece 3de atılmış... Gece 3 yine, kıpır kıpırım. Google'da tiyatro oyuncusu aranıyor yazan bütün ilanlara tek tek bakıyorum. Hep deneyimli, hep deneyimli arıyorlar. E sen oynatmazsan, ben oynatmazsam, nasıl deneyim kazansın bu yavrucak? Neyse... bozma moralini... elimde bir kağıt... listenin üstü çizik çizik. Sıra geldi...

Tena Tiyatrosu diyor... Gökçe Çetiner diyor... ama deneyimli oyuncu demiyor. Hmmm.... bir kahve alayım ben...

Gecenin 3'ünde aramadım tabii... ertesi sabah aradım.

- ööööö Gökçe hanım? (aaalamam, eeelemem, ııııılamam ben, heyecanlanınca bildiğin ööööölerim)
- buyrun? (septik ama böyle, sanırsın, ilk doğan çocuğunuzu bize verir misiniz diye aramışım)
- ööööö tiyatro ilanınız için aramıştım? (ööölemekten ağlamaya geçicem az kaldı)
- buyrun? (aynı septik ses devam ediyor, yok bacım, çocuğun senin olsun, allah bağışlasın)

burada... bende bir kopuş... mani kıçımda patlıyor... dur durak bilmeden konuşmaya başladım. ne anlattım yarısını bile hatırlamıyorum. eğitimim yok... deneyimim yok... muhtemelen yeteneğim de yok... ama istiyorum... hiç olmazsa bir gram sahne tozu yutmak istiyorum.... oynatmayacaksanız da, dekor taşırım, yemek yaparım, kostüm ütülerim... awwwww buluşalım dedi! konuşalım dedi! üstüne üstlük, yarın dedi!

yarın oldu... ben odunu yontarım dedi! oynatırım dedi. kimler oynadı, sen mi oynamayacaksın dedi. provaya gel dedi! gittim...

2011, aralık... oyun zamanı dedi! korktum... Muammer Karaca dedi! hadi canım...

İlk yuttuğum sahne tozu Muammer Karaca oldu. Nice büyük üstadlara oynamanın kısmet olmadığı sahne. Uğruna şiirler, şarkılar yazılmış... her santiminde ayrı bir tarih yatan sahne... Nasıl bir duygu? Ben bu duyguyu biliyorum! İlkokul 1 Okuma Bayramı. Duygusu benzemese de sonu aynı! Peykan kafayı kaldırır, babasını görür, bildiği herşeyi unutur. Kamyon farına tutulmuş tavşan misali! Bu sefer babamı görmekten değil ama... 14bin watt gözümü aldı.

38 saniyede 38bin hata yaptım o gün ben. (sahnede yanlış yerde durdum, bakmamam gereken oyuncuya baktım, replik unuttum, replik üstüne bastım, sesim düştü, içimden birşeyler koptu düştü, ayağım takıldı, ben düştüm sanıyordum, heyecandanmış, düşmemişim)Sahnedeki 4 kişi, biri sufle verdi, diğeri kaş göz işareti yaptı, bir başkası benim söylemem gereken repliği evirdi çevirdi söyledi... ve show devam etti. çıktım dışarı... tebrik ettiler bir de üstüne... budaklı odunum. hem de artık en tescillisinden.

mahçupum. ilk yenilgim değil bu hayatta. ama tepki vermem lazım şimdi benim.  ama olsun... ne dedim? oynayamazsam yardım edicem... başladım arkayı çekip çevirmeye... sanatsal tarafım az olsa da, iş business'a gelince... çalışır kafam...

CV hızla uzadı sonra...

Bakırköy Büyülü Sahne
Göztepe Halis Kurtça
Kadıköy Barış Manço
Ortaköy Afife Jale...

CV ile birlikte... ben de uzadım sanki. 1.52'yim hala tabii.. cep insanından, cep oyuncusuna doğru bir evrilme var. Hatasız oyunum 1 tane... Ortaköy Afife Jale... ama hata sayım 38binden hızla indi aşağı. Heyecanlı mıyım? Hala İlkokul 1 Okuma bayramındaki kadar. İyi miyim? hahaha hiç olmayacağım ki? Ama... alıştım. tozuna da... tozunu almaya da... ışığına da... o ışığın ne zaman açılması gerektiğini düşünmeye de alıştım. O tozla, benim tozlarım yok oldu... o ışık... içime işledi.

ah o Gökçe... son bombasını da geçen hafta patlattı. 14 Mayısta, bir kez daha oynayalım dedi. Ama bu sefer, yarışmada birincilik için dedi...

Sahi Oscar'a ne kaldı?

İthaf : kısa zamanda benim için yönetmenlikten çıkıp, iyi arkadaşım kategorisine hızla yükselen Gökçe'ye... tüm taşkınlığımıza tahammül edip, beyefendiliğinden gram kaybetmeyen, eşi, Serkan'a.... yüzüm asıksa, benimle yüzünü asmak yerine, beni güldürmek için suratımda estetik operasyona bile kalkışan Tarkan'a, oyun ortasında gülmemek için ağzıma havlu tıkamama neden olup, sahneden çıkar çıkmaz "aferin"i için whatsapp'ima koşturan Ekin'e, belini incitmek pahasına, sırf bir prova daha alabilelim diye, o müthiş uçuşu defalarca tekrarlayan Kaan'a, her sahne çıkışımda, iki baş parmak havada, gülümser bir suratla karşılayan Levent'e, şapşallıklarımı sahnede ustalıkla örten Şebnem'e... Bir de Hüseyin var tabii... ouh beybi!

Son teşekkür... Zaman zaman çemberin içinde, zaman zaman dışındaydı aslında. Ama... içimdeydi çok çok. Aklımdaydı. Hayatımın yalnızca tiyatro kısmına ellemedi o... insanlığıma elledi. ezginin günlüğü'nden özür dileyerek : aşk hiç biter mi? kalır, bir mesajda, bir "pamuk romanında", bir arkadaşlıkta, bir hormonal hezeyanda...

15 Nisan 2012 Pazar

Selam size... Nikola ve Bart! Sizi unutmadım!







Selam size... Nikola ve Bart...
Özgürlüğüne inanlar...
Her gün doğan güneşle biz...
Sizle yola düşeriz...





Tarih derslerinden oldum olası nefret ettim. Sözel ve ezber deyin bana, ilk bulduğum ağacın ilk kovuğuna saklanayım. Orta 3'de böyle domuzcuk, pis bir tarih hocamız vardı. Coğrafya'ya da o gelirdi. Yanlışlıkla harita boyayacağın gün, getirme o boya kalemlerini, müdürün odasında keyifli bir gün geçirirdin. Neyse... hayatımın anlamı oldu o adam sonrasında... o sabah anlattıklarıyla...

Nasıl uykuluyum yine... bakmasa da uyusam durumu... tam içim geçiyor... adam bomba cümleyi sarfetti. "Herkesin kişisel bir anarşi günü olmalı" Ritüel insanıyım ben. Benim de olmalı.

15 Nisan benim anarşi günüm!

Her 15 Nisan sabahi erkenden uyanırım... o gün benim günümdür. 15 Nisan'da işe gitmedim hiç. İlk günden beri, bir bahanem hep var. Ama o gün... apayrı bir insanım ben! Bugün benim şükretme günüm... İstenilen şeyleri yapmama günüm. İnsanlardan kaçtığım, kendime saklandığım... anarşi günüm. Bencillik günüm... Sacco ve Vanzetti'yi anma günüm. 92 yıl önce bugün yapılmış bir soygunun, sırf italyan asıllı ve sendika temsilcisi olmaları nedeniyle, ksenofobik ve kapitalist amerika tarafından üstlerine yıkılmasını lanetleme günüm.

Can Yücel'in şiirini bir kere daha okuma günüm!

Yargıçlara son sözüm !

Bunlar gelmese başıma, siz çıkmasaydınız karşıma
ona buna dert anlatacağım diye köşe başlarında
harcar giderdim ömrümü,
silik, belirsiz, yenilmiş titretir giderdim kuyruğu.
Ama şimdi öyle mi ya!
Bizim başarımız bu ölüm, bizim zaferimiz bu.
Dünyada aklımıza gelmezdi böyle yararlı olacağımız,
insanlık için, adalet için, hürlük için
es kaza gördüğümüz bu hizmeti
bir kere değil, on kere yaşasak yapamazdık.
Dediklerimiz, hayatımız, çektiklerimiz hiç kalır bunun yanında
hiç kalır yanında idamımız -bir kunduracıyla bir işportacı parçasının idamı
Yaşayacağımız o son anı elimizden alamazsınız ya!
O bizim işte, o bizim zaferimiz.

Sacco ve Vanzetti olayının detaylarını yazmayacağım burada. Her tarih kitabında var zaten. Ama madem bugün benim anarşi günüm, kendi fikirlerimi yazacağım.

Şimdi... dil, din, ırk, alt kimlik, üst kimlik, bok, püsür diye insanları ayırmak adam olmamak demek benim gözümde. Bundan kastım, önümüze gelene boyun eğelim değil, ama sol yanımda koskoca enternasyonal varken, beton-millet-sakarya anlayışı da değil. Hümanist değilim, herkesi sevmiyorum... Mevlana da değilim... kim olursan ol gel de demiyorum. Ama şunu diyorum, hem de üstüne bastıra bastıra... Yukarıdaki sebeplerden birinden dolayı, önyargılıysan, siktir git benim hayatımdan diyorum.

Ve... savaşa ve savaşma olgusuna karşıyım. Ülkelerin adam gibi dış politika yapamamalarını, bir sürü insan açken, silahlanmaya ayırdıkları bütçeyi anlayamıyorum. Anlamalı mıyım ondan da emin değilim ama ben rütbesiz bir gelecek istiyorum.

Şimdilik bu kadar :)

Happy Anarchy Day!







12 Nisan 2012 Perşembe

tanrılardan bir uyarı...


Uyuyakalmışım... film seyrederken...

Kabus... ama nasıl kabus... yazmazsam unuturum... unutmaktan korktuklarımdan...

Gecenin bir vakti, pazar günü, kuaföre gidiyorum. Alt tarafı fön çektireceğim. Tuhaf bir kuaför, pembe müstakil bir bina, 2 basamak inip, beyaz oymalı bir demir kapıyla geçiliyor. Girdim içeri, bir iki saçlarına jelatin sarılmış kadın, bir manikürcü, bir kuaför. Manikürcüye, "şaşırdım, açıkmışsınız" dedim. Kadın, pazar günleri savruk ve tembel kadınlar için sabah 4'e kadar açık olduklarını söyledi. Fön çektireceğim alt tarafı... İngilizce konuşan (?!?!?!?), koyu kumral saçlı, yakışıklıca, bir kuaför, saçlarımı yıkamak için yıkama setine gitmemiz gerektiğini söyledi. Yıkama seti arkada. Kuaförün arkasına bir geçtik, ayrı bir bina sanki. Yerler mavi, eskimiş otel halıları gibi, merdivenlerin trabzanları soyulmuş altın. Güzel günler görmüş bir bina belli ki, ama eprimiş... Kumarhaneymiş. Görmek ister misin diye sordu içerisini, istemedim. İstiyorum ki, bir an önce yıkatıp saçlarımı insanların arasına döneyim. Bu arada şakayla karışık, yüzünde pis bir ifade ile elle taciz etmeye başladı beni. Gerisin geri koştum, ağlayarak dükkandan çıktım, arabama bindim... Çantamı bırakmışım.

Hangi ara geldi bilmiyorum ama, arabada miskin var. Zor günlerimde yanımda olan, derdimi dinleyen, akıl veren arkadaşlarımdan biri... ama çok kızgın... ben ağlıyorum, o ağlama diye bana kızıyor. O kızdıkça ben daha çok ağlıyorum. Elimde bir anahtar, ustunde mavi bir ip ve bir nazar boncuğu. Annemlerin evinin anahtarı, annemlere gitmemiz gerekiyor ama, saçlarımın yarısı tuhaf bir şekilde yolunmuş. Ben evime gideyim diyorum miskine. Daha çok kızıyor iniyor arabadan...

Sahil yolu gibi bir yerdeyim. Ama nedense kendimi 3 sene önceki eski erkek arkadaşımın evinin önünde buluyorum. Eski evi değil. Ama ben buraya bir kere daha gelmiştim. Bir binanın zemin katı... Arkada kocaman bir bahçe, kediler köpekler var. Eski halinde, bir tane tamir edilecek eski araba vardı, garajın içinde disko topu gibi bişi vardı, parti yaptıklarını düşünmüştüm önceden, pis bir yerdi, şimdi daha derli toplu diye düşünüyorum yada bu rüyanın içinde bir rüya mı? Bilmiyorum. Kız arkadaşıyla alışverişten dönmüşler, eşyaları taşıyorlar. Arabamı onların arabalarının yanına park edip arabadan iniyorum. Beni görmüyorlar. Görmediklerine seviniyorum. Camdan teyzesi bakıyor, çok severdim onu eskiden... El sallamak istiyorum ama görmediklerini hatırlıyorum. Bu arada yine kedi-köpek kokusu yoğunluğundan midem bulanıyor.

Sabah olmuş...Tekrar yola çıkıyorum...tuhaf ara sokaklar, bir türlü ana caddeyi bulamıyorum. İstanbul'un hangi yakasında olduğum konusunda bile bir fikrim yok. Ara sokaklardan giderken, ne alakaysa, kendimi karların üzerinde buluyorum. Araba binaların çatıların üzerinde, ağır, siyah, üzerinde ne işareti olduğunu anlayamadığım bir kapının önünde yarı beline kadar kara gömülüyor. Arabadan iniyorum ama yürümeme imkan yok. Yolu görebilmek için ilerlemem lazım. Karların içinde, çatının kenarına kadar yürüyüp, bir sonraki çatının karla kaplı olmadığını görüyorum. Çişim var... Arabaya kadar bile gidemiyorum... Olduğum yerde altıma yapıyorum. Arabanın yanına geldiğimde, ağır demir kapının arabanın arkasını ezmiş olduğunu, akordeona çevirdiğini görüyorum, tekrar ağlamaya başlıyorum. Arabaya biniyorum, karlardan ve çişten üstüm ıslak, herşeyi çıkartıyorum. Bagajda hep giysi olur ama kapı öyle ezilmiş ki alamıyorum. Üstümde bir tek t-shirt, araba çalışmıyor.

Deli gibi pedal çevirerek, arabayı damdan dama atlatıyorum, Sultanahmet meydanı gibi bir yerdeyim. Sol tarafımda büyük büyük ağaçların altında bir kafe. Öğleden sonra güneşi, demek o kadar debelenmişim karların içinde diye düşünüyorum. İnsanlar kafede cıvıl cıvıl. Karşı yolda pazar kurulmuş gibi ama böyle, kapalı çarşıda sattıkları ponponlu terliklerden, dansöz kıyafetlerinden falan satıyorlar. Yolun sağına bir Havaş otobüsü park etmiş. Bir adamla bir kadının yanına yaklaşıyorum. Adam kel, üstünde lime lime olmuş bir deri ceket var. Yanındaki kadın ondan en az 20 yaş küçük. Dudakları silikonlu ve pembe rujlu. Adama yolu soruyorum. Tarif etmemekte direniyor. Sürekli arabaya binin, biz götürürüz diyor, arabamı burada bırakamam diye ısrar ediyorum ben de... en sonunda yanındaki kadın kızıyor. Cep telefonunu uzatıyor bana, istediğini ara, gelsin alsınlar seni diyor. Annemi arıyorum... 0 532... o anda başucumda çalan telefonun sesiyle irkilerek uyandım...

Sorun ne? Sorun aşk acısı... 2 haftadır böyleyim... Canım yanıyor, tam kabuklanacak o yaralar, kaşıyorum ben, kenarlarından kopartıyorum. O yaranın iyileşme esnasındaki kaşıntısını tatmin etmek, anlık zevk veriyor... Ertesi sabah canım daha da acıyor.

Bu sabah karar verdim, yaramın iyileşmesine izin vermeye... Bu sabah, kaşımamaya karar verdim. Bütün sabah ağladım. Evdeki bütün Uno'ları yedim, yiyemediklerimi Tiftik yedi.


Üstüne bi koca KFC tavuk yedim, "a little princess"i 150bininci kez seyrederken. Ve 150bininci kez iki gün sonra unutacağımı bilerek içimden "bütün kızlar prenseslerdir" dedim. Uyuyakalmışım... Yaramın telefonuyla uyandım... kaşımamaya karar verdim... açmadım....

Rüya tabirlerinden, yorumlarından hiç anlamam, haz etmem, bana birisi rüyasını anlatsa, "kıçın açıkta kalmış, bir daha yorganını daha sıkı ört" derim. Ama ben bunu...eğer bir yerlerde varsalar, tanrılardan bir uyarı olarak aldım...

Tacize uğramadın,
Çantanı kaybedip, sokakta cep telefonsuz, 5 parasız kalmadın,
Gidebileceğin bir evin, bir anne evin var,
Ve bunların yolunu bulabilecek akli melekelerin,
Altına işeyip toplum içinde kendini rezil etmiyorsun,
Bir araban var... arasıra çarpıyorsun ama olsun,
Her gel diyenle gitmiyorsun...
ve sen o 3 sene önceki erkek arkadaşınla olan ayrılığı atlattın!

Derdin yaran mı? Al o da aradı işte...
Şimdi sen adam ol... adam ol... kaşıma... o telefonu... açma!









bazen de şiir gelir aklına...


en durgun nehirdin sen... kıyısında oturup soluklanmalık... yorgun bir kalbin pili, kuru bir stampanın mürekkebi... eski bir yorganın iğnesi... kendine batırmalık... yine de... benimsin...

anlamlı yüzlerde bir harf... bir elif... bir cimdin sen... ışıldayan, kıpırdaşan, tanıdık bir mızrap... yok hayır... bir ızdırap... çok derinlerde... aslında... benimsin...

gördüklerime kör kulağım... söylediklerine sağır gözlerim... sıcaklığını hissedemiyor artık damağım... ama... lezzetlisin... çünkü... benimsin...

sırtımda şal yerine yel... giysilerim parça pinçik... saçlarıma atılmış bir molotof gibisin, umurumda değil... benimsin...

her gün doğan güneşle... yollara düşme isteğim... birey olma nedenim... özgürlüğüme inanma bebeğim...  benim cesaretimsin... işte... dedim ya... benimsin...

istanbul'da bir pavyon... kars'ta bir şiir... yollarda bir trafik kazası... cebimde bir küpe teki... beni bütün bunlarla tanıştırdığın için... benimsin...

içimde müzeler... masumiyetinden en derin ahlaksızlığına... boş bir sigara paketi... bir toplantı notu... sahi... kadın atmış... olsun... ben hatırlıyorum ya... benimsin...

sen... benimsin... hiç elde etmediğim... elde edemeyeceğim... elde etmek istemediğim... basit... kaybedemeyeceğim... en çok da bu yüzden... benimsin...

İlhamı veren kişi olarak... son cümleyi yazma onuru da Ulus Baker'in olsun madem...

Cazgırlık etmem... Gönlünde yokum... Aşkımız, yok! Gerçekten... Güzeldin (benimdin)...



10 Nisan 2012 Salı

rötuşlanırken resimlerimiz, kayboluyordu ruhumuz...


Bazı kitaplar var, bazı cümleleri bende "kafaya odun" etkisi yaratıyor. Bu cümle de Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ından. Kitabın polisiyemsi garip gerginliğinin içinde, birkaç yerde fotoğraflar, yüzler, anlamları ve ruhlar ile ilgili ayrıntılar var. (evet evet magazin fotoğrafcısından çektiği resimleri yüzlerinin anlamını incelemek için isteyen kadın, Galip'in sürekli gördüğü resimlerde aradığı ama bulamadığı ruhlar...) Neden takıldım bu kadar onu da anlamadım ama... Böyle birşey işte... benim istediğim.

Etrafa saçılmış onca yüz kirliliğinin içinde, aradığımı bulmak umuduyla bakıyorum iki gündür resimlere. Bir isim yazıyorum google'a, o isimle ilgili görselleri istiyorum ve yüz ifadelerinin anlamlarına bakıyorum. Yaşanmışlıkların yanı sıra, yaşanmamışlıklarını çözmeye çalışıyorum. Sonra kendi kendime sorular soruyorum. - Hiç kırmızı bisikleti olmuş mudur? - İlk aşkı neye benziyordu? - Hiç aldatmış mıdır? -Hiç aldanmış mıdır? - Acaba tesadüfen kalabalıklarda karşılaşmış mıyızdır?

Küçükken de oynardım bu oyunu. Daha naifti o zamanlar, birşeyler aramıyordum yüzlerde. Taksimde Galatasaray Lisesinin önünde banklar vardı. Kambozdan aldığım bir sandviçle otururdum orada. Pipetten hüp hüp çekerken, gelene geçene bakardım. Müdavimler de vardı. İstiklal caddesinin olmazsa olmazları.

İnci Teyze vardı. Dilenirdi. Ermeni olduğunu iddia ederdi. Çok zenginmiş ailesi, sonrasında ablasının kötü evliliği, peşpeşe iflaslar, satılan mal mülk, bu hale düştüğünü anlatırdı. Ben en çok onun gözlerinde görürdüm hüznü ve yaşanmışlığı. Bir yanım hep inanırdı İnci Teyze'ye. Bazen benim sandviçimden verirdim, bazen de annem fazla para verirdi İnci Teyze'ye de sandviç alayım diye.

İstiklal caddesinin korkutma müdürü vardı sonra. Nedense bu ünvanı uygun görmüştüm ben ona. Arkadan sessizce yaklaşır kulağınıza bağırıverirdi. Herkes kaçışırdı ondan. Ben o zamanlar da nemrut ve tuhaftım. Ve hatta bir parça yabani. Korkmazdım. Anlamazdım da ama. Yüzünde çocuk felcinden kalma çarpıklığın anlamını o dönemde anlayamazdım. Şimdi nerelerde acaba. Belki 10 yıl oldu, ne gördüm, ne de ondan konuşanı duydum.

Burma bıyıklı, çakma madalyalı amca vardı. Elinde bastonu, yüzünden en az 5 cm taşan bıyıklarıyla bir baştan bir başa yürürdü caddede. Gururlu bir yüzdü. Madalyalarını kendininmişçesine, mağrur bir edayla, başı dik taşırdı. Çocuktum... hesap edemezdim, o yaşta birinin bu madalyalara sahip olamayacağını tahmin edemezdim. Kahramandı o benim gözümde.

Glavani apartmanının kapıcısı vardı. Az dayağını yemedim kendisinin, apartmanın önünde sigara içiyorum diye. Çok vurmazdı, hatta bir parça bizi sevdiğini bile hissederdim. Arkadan sinsice yaklaşır, elindeki rulo yapılmış gazetesini kafama çat diye indirirdi. Ya derse ya eve diye bağırırdı. Gazete rulosuyla terbiye edilen her köpekten farklı olarak, ve sırf Pavlov'a inat, İstiklaldeysem... fazladan bir 5 dakikam varsa... Glavani apartmanının önünde bir sigara içerim. Ritüelimdir. Ve beklerim umutsuzca, ben 17 yaşındayken 70 yaşında olan adamın, kafama vurmasını beklerim. O hiç vurmaz.

Saatçi amca vardı. Bizim okulun tam yukarısında, kuruyemişçinin önünde saat satardı. Yaz demeden, kış demeden. Sivil polis diyenlerle, uyuşturucu satıcısı diyenler kapışırdı. Konuşmazdı, yüzümüze bakmazdı. Ama dinlerdi. Ne zaman önünden geçsek, dinlediğini hisseder, sessizleşirdik.

Madame Kınar vardı. Hayatıma giren insanlar, en yakın arkadaşlarım, ailem ve hatta ben... Hiç birimizin yüzü onunki kadar güzel, onunki kadar temiz, onunki kadar anlamlı olmadı. Olmayacak da. Madame Kınar farklıydı. O bizim servis madamımızdı. Sabah yediye çeyrek kala servise bindiğim zaman yastığımı verirdi. Annem çalışıyor diye yastığımın yüzünü her hafta evinde yıkar getirirdi. Kocası öldü diye, bir gün bile siyahtan başka bir renk giymeyen, saçlarını da o günden sonra asla boyatmayan Madame Kınar. Aşkı ondan öğrendik biz. Aşkta dürüst olmayı da. En çok "sevdicekle oyun olmaz" derdi. Biz arkada kızlarla kim kiminle nerede dedikodusu yaparken, araya hep bir anekdot sokardı. İyi insan olmamız için uğraşırdı Madame Kınar. Şu anda... Madame Kınar'ın öldüğünü öğrendiğim günkü kadar ağlamamda içimde kıymık kıymık sevdalarımı anlatamamış olmamın da etkisi vardır. Ama gurur duy benimle... Ben hiç yalan söylemedim!

Giriş-gelişme-sonuç... Ama tıkandı işte içimde birşeyler. Böğürerek ağlamak istiyorum şimdi ben. Boyalıkuşlarla dolu bir dünyada papağan namzeti olarak pate cremeleri çekip, üstüne 3 kat fondöten, 2 kat concealeri sürmeden, o aptal dudak önde sırıtışımızı ve sahte maskemizi kuşanmadan evden dışarı adım atmayan bizler... Ne pis insanlarmışız be.



8 Nisan 2012 Pazar

Süt dökmüş Jedi...

Gördün di mi onu? Karizmatik böyle, zeki hem, the jedi path'i yalamış, yutmus... gücün de ışık tarafında üstelik. ümitlendin de di mi? ışın kılıcı var lan adamın, kurtarcak seni bu hayattan. bundan iyisi azerothda fire mage ya da holy paladin. öyle yani... ne yaptın? iki sohbet, iki mıç mıç... adam çamları devirmeye başladı bile aslında ama, senin bir ayağın yerde, bir ayağın cumhuriyetçilerin uzay gemisinde. arada kaçıyor tabii devrilen çamlar.

Prenses Leia-Padme arasında bişi hissediyorsun kendini. Herif, göz altı morluklarını falan bile seviyor di mi? Öyle aşmış, sanırsın dünyanın en büyük sorunu göz altı morlukların. Hah, yedin ayvayı. İşin kötüsü o ayva pişmemiş, reçellenmemiş, üstüne kaymak falan da konmamış. Sade ayva... dalından koparıldığı gibi. Yut, yut sen şimdi onun suyunu, posasını nasıl yiyip yutacağına sonrasında karar veririz nasıl olsa. Siktir et, keçiboynuzu da böyle zaten, bir kaç damla bal için, kemirip durursun tahtayı.

Sen görmezden gelirken devrilen çamları, güçte bir denge değişiminin olduğunu da hissediyorsun hafiften. Böyle bir "dark side of the force" dürtüyor seni. Sorgulamaya başlıyorsun hem kendi hislerini, hem de o toz kondurmadığın Jedi'ın hislerini. Aman canım ne olacak, koskoca konsey var hayatında, güveniyorsun, yok lan olmaz bişi diye...

Taa ki senin o koskoca Jedi, devirene kadar o sütü... kadınlık var lan serde... alt tarafı süt dökülmüş diye, saldır şimdi viledaya. Süt döküldü dökülmesine de... kızıyorsun bir yandan da. Eşek kadar ışın kılıcını kaç defa şu evin içinde açma, perdeler kırpık kırpık oluyor dedin, dinlemedi. Şimdi de devirdi işte sütü! o jedi path, o ışın kılıcı, o light side of the force... bi de tabii o karizma... yerle bir... ulan dedin... süt lan bu, dökmesine döktü sütü ama... bari bi süt dökmüş kedi modu olsa, yok o da yok... adam bi haklı, bi bişi...

neyse... böyle işte günümüzde insanlar... süt dökmüş jedi modu...

bir de ilkokulda verilen sütler vardı... bizim sınıfta bi çocuk her beslenme teneffüsü öncesinden tuvalet dönüşünde onları devirirdi içmemek için... canmışsın be çocuk sen... serbest çağrışım... iyidir...

  

Elmalı cevizli kek...


Öncelikle... Serap'a tarif için teşekkürler...


Godot'yu beklerken yaptım keki. Daha doğrusu geleceğini sandığım bir gündü. Yemez içmez birşey bu Godot... bir sade kahve, bazen orta şekerli bir türk kahvesi... çok ısrar edersen de bir kola. Ama görmüştüm bir kere, elmalı tarçınlı kurabiye yiyordu. Sever dedim... 4 yumurtayı şekerle hırsla çarparken, "bir yandan da elmalar neden kendi kendine soyulmazlar ki" diye düşünüyordum. Çırptım, çırptım karıştırdım, kekimi düşüncelerimle çarpıştırdım, göz kararı süte de gerek yok bu tarifte, kalktım... sana kek yaptım!

İyidir yemek yapmak... eğer kırmamışsan kafayı iyidir yani. Seni alır bambaşka alemlere götürür. Sen, mutfağın, kabın-kacağın ve malzemelerinle oynaşırken, o Godot, kimbilir nerede ne yapıyordur, ama önemli değildir. "Bir kaşık tarçın daha koysam mı acaba?" "Bu ilişki de tarçın gibi... bir kaşık daha ilgi koysam mı acaba?"

O anda şekillenir içinde. Godot gitmiştir artık. Beklemek güzel şeydir, gelecekse beklenen, ama varsın gelmesin, içindeki umut da aslında yeterlidir beklemek için.

Godot'yu beklerken fark edersin aslında Godot'yu beklemediğini. Eyleminin adının korkuyu beklemek olduğunu. (Yazar burada Oğuz Atay'a göz kırpmaktadır). Ve vazgeçersin Godot'dan...

4 yumurtayı kırarsın tekrar, 1.5 su bardağı toz şekeri ölçersin, alırsın karıştırmaya başlarsın, 1.5 su bardağı un, 1 minik şişe sıvı vanilya, 1 paket kabartma tozu, bir kaşık tarçını da eklersin içine, ki sıra 1.5 su bardağı dövülmüş cevize gelir. Bu sefer aklında tarçını fazla koysam mı, koymasam mı yoktur. Elmaları da koyup, karıştırdın mı, sıra kek kalıbının yağlanmasına gelir. Ve 170 derecede önceden ısıtılmış fırına, atarsın kekini.

Hiç gelmeyen Godot'lar ve korkularınla yüzleşirken sen, dışarda hayat devam etmiş... Arkadaşların seni hala çok severmiş. Kek fırındayken, onların ne kadar kıymetli olduğunu bilirsin, hissedersin. Ve başlarsın mutfak robotunda ekmek içi ile cevizi çekmeye. Tavuk da ocakta haşlanmaktadır.

Edebiyattan çok yemek tarifiyle ilgilenenlere bir not : tarif doğrudur. sonrasında tek yapmanız gereken, fırınınıza göre 40-45 dakika pişirmektir.



5 Nisan 2012 Perşembe

Sen İstinye'de bekle... ya da bekleme...


Sen İstinye'de bekle, ben buradayım...
İçinde köpek gibi havlayan yalnızlığın,
Çünkü sen oradasın, karanlıktasın...
Belki gelmem, gelemem... 5 dakika bekle, git...

Ya da,

Sen İstinye'de beklediğini zannet, ben kesin gelemem... gelmeyeceğim.... Sebebi basit... yanımda olmayanı ben daha çok seviyorum!

Yüzünü ıslatmadan ağlayamazsın, yarı geceden sonra da telefon edilmez zaten, çok ayıp, ben senin asla olamayacağını arıyorum! Sana ait ne varsa... beni korkutuyor... bana ait ne varsa... hiçbiri hiçbir zaman senin olmadı ki. Ölmek hakkını kullanırdın ama... karanlık adamlar... hüviyetini aldılar! Ayrıca ötenazi hala yasal değil...

Öyle işte...

3 Nisan 2012 Salı

Bir buruk sabah...


Arızayım ben... öyle mi doğdum, sonradan mı oldum bilmiyorum. Bir yerden sonra kabullendim ama... Arızayım. Her sabah ben uyanmadan bir tombala çekiliyor, o günkü ruh halimin nasıl olacağı ile ilgili. Ve ben bütün bir günü o ruh haliyle geçiriyorum. Bugün mesela, sayıların dünyasına uyandım.

Bütün dünya siyah fon üzerinde beyaz sayılı. Üstünde 22 yazan biri ekmek alıyor, 16 elindeki benzinlik kartını kasaya uzatırken, 22'ye ters ters bakıyor. 57 numaralı kasiyer bir yandan 22'nin uzattığı 1 lirayı hızlıca kasaya atarken, bir yandan 16'nın elindeki benzinlik kartıyla, kredi kartını ustalıkla alıyor. Arkamda üstünde oldukça pahalı bir takım elbise olan, suratında riyakarlara bahşedilmiş gülümsemesiyle 2 duruyor. Ayna görmeye çalışıyorum... Ben kaçım diye, ama kocaman bir boşluk var durduğumu sandığım yerde. Bana bir sayı atfedilmemiş. O anda anlıyorum... kendime bir sayı veremem ki ben? Objektif olmaz...

Peki ne bu sayılar? Hiç tanımadığım insanların üzerinde? Tabii ya... önyargılarım bunlar benim. Kafamın matematiğe diğer sosyal bilimlerin hepsinin toplamından fazla basmasından kaynaklanıyor. İnsan hesap kitabında, klasik spor totom... Ev sahibi takıma 1 puan, deplasman takıma 2 puan, beraberliklere 0 puan... Tanımadığım insanlar da artık sempatikliklerine, kılık kıyafetlerine, etraftaki insanlara ve bana olan davranışlarına göre alıyorlar ilk puanlarını. Kısacası, bir nev-i fiyat etiketi.

Gönül insan ilişkilerinde çok gollü beraberliklerin peşinden koşuyor. Bol anılı, eşitlik içinde, kendilerine ait bir dünya kurmak istiyor. Ama olmuyor, birilerine eksikken, diğerlerine fazlasın işte. Yapacak birşey yok... Herkes herşeyleşiyor, herşey etiketleniyor. Etiketlenenler ise benim kafamda ilgili çekmecelerine kaldırılıyorlar. Harcanabilirler, harcanamazlar... Ah bir de saplantılarımdan kurtulup, çekmece temizliği yapsam zaman zaman...

31 Mart 2012 Cumartesi

Anime tadında anne!


1 Nisan şakası yapmamayı hayatımın erken yaşlarında koşullandırma yöntemiyle öğrendim. Aslında eşek şakası yapmamayı öğrenmiş olmam gerekirdi ama yediğim dayağın tadı hala damağımda, bu kekremsi tat her türlü şaka yapmamı engelliyor.

Sene 95, merhaba ben çirkin ergen. Damarlarımda dolaşan kanda asalet namına hiçbir şey yok. Zaten Galatasaray lisesine de göndermemişler, kalmışım bu salak okulda, başlıca düşmanım anam. Anamın da şu hayatta bildiğim tek bir zaafı var. Ben! Doğal olarak kaşıyacağım o zaafı. Böyle problemli bişiyim, okulda ne hocalar, ne gözetmenler, kimse bana bulaşmıyor. Cep telefonu falan da yok o zamanlar. Revir ablayı ayarladım, annemi arattım. "Kızınızın bacağı üç yerden kırıldı, gelin alın."

Annem işten çıkıp okula nasıl intikal etti. O arada neler yaşadı, hiç sormadım. Anne değil mi işte? Çocuk gözünde, acıkmaz, aşık olmaz, kızmaz... Üzülür ama... anneler öyle adam gibi şeylere de üzülmezler. Mesela benimki odamı toplamayınca üzülürdü, tabakta kalan 2 lokma pilava üzülürdü, tarih dersinde tutankamonu bilemedim diye üzülürdü. e come on ama!

Neyse... geldi benimki. O ağır demir kapıdan içeri fişek gibi girdiğini hatırlıyorum. Sonrası anime tadında. Ortalıkta sağlam bacakla zıplayan pokemonunu gördü. Sevindi... Müdür yardımcısına gitti, izin dilekçesini imzaladı, aldı beni eve gidiyoruz. Herşey normal... Lay lay lay, üstelik öğleden sonrayı da kırmışım. Öğle yemeği de ısmarladı. Bindik arabaya konuşa gülüşe gidiyoruz. Ama içimde pis bir ses var. "Eve gitme laaaaan" diye ciyaklıyor.

Annem anahtarı taktı kapıya, ve o an işte ne olduysa oldu. Kakashi San, Jiraiya, Orochimaru karışımı birşey, bildiği, bilmediği, tahmin ettiği tüm taijutsu teknikleriyle girişti. Pat küt seslerle annemin cırlak sesi melodik bile sayılabilirdi aslında. Ska tadında. E biz de pogo yapıyorduk zaten. Yeterince hırpalandığımı düşünmüş olacak ki,  öldürücü darbe ninjutsu ile geldi. Annem Byakugan'ını açtı.

Ne Byakuganmış ama... üstünden 17 sene geçti... kadın öğrendiği tekniği unutmadı... arada bir hala açar çakraları, aynen o bakışı atar...

30 Mart 2012 Cuma

Kendi kendini gerçekleştiren kehanet


Uyanıyorum, kafam aşure kazanı gibi. Nohutlarla, fasülyeler bir olmuş, incir ve kayısılarla alay ediyorlar. İçimdeki bütün kötülükler, kalan birkaç iyi yönümle kıyasıya mücadele ediyor.

Hızlıca ego durumlarımı kontrol ediyorum. Çocuk? Burada.. Ebeveyn? Burada... Yetişkin?... Yetişkin?.... Of biliyorum tabii ben bu halimi... içimdeki gerizekalı yetişkin yine tribini takınmış, siktir olmuş gitmiş.  Eh... kafasını toplayıp geri gelene kadar bu haldeyiz demek. Bu sefer ne kadar sürecek acaba... Şımarık çocukla, eleştirel ebeveynin saçma sapan tartışması... Bari içimdeki destekleyici ebeveyn olsaydı... anama çekmiş... dırdırdırdır. Çocuk iyi mi peki? Millette ne küçük profesörler var, benimki uyumlu çocuk ile asi çocuk arasında bir yerde. Uyumsuz olması gereken yerde uyumlu, nerede faydalı bişi var, takınır en asi tavrını.

Yataktan kalkmak lazım. Ama aşure savaşı beynimde tam gaz. Allah kahretsin be, ne giycem şimdi ben? Gözlerim de çapak çapak... lenslerimi temizlemem lazım bir ara (hay başladı kodumun ebeveyni) Temizlemicem ulan! (ooo çocuk da buradaymış çıstak çıstak)

Tamam dur sakin... ne yapıyordu salak yetişkin bu durumda? 2 aikijitsu hareketiyle ikisini de yere yapıştırıyordu tamam. Bana bak çocuk... git şu köşede otur, zırıldama, ebeveyn, sen de al eline örgünü, geç çocuğun yanına hadi bakiim.

Geçtiler kenara oturdular oturmasına ama, koltuktaki kavga hala devam ediyor. Şeytan şunların ikisinin birden ağzını burnunu kır diyor demesine de... neyse canım, millet psikiyatriste bi ton para veriyor da bu ikisi yine terbiye olmuyor...

Yine anne karnında cenin pozisyonu, mavi kot-beyaz t-shirt, idare eder bugünü.

Yok yok... geri gelmez bu yetişkin bu sefer... ne var yani... evet kızmış olabilirim... içimdeki çocuk, "aldatıyor işte seni" demiş, ebeveyn de onu destekleyip, "sen en iyisi onu terket" demiş olabilir... hayır, basıp gitmek yerine, kalıp adam gibi analiz yapıp nasıl davranmam gerektiğini söylesene... ama yok nerede... sevgili yetişkinim kendisinin dinlenmemesine her zamanki gibi bozulmuş...

Anlayan anlamayana anlattı : Kıskançlık böyle bişi işte. İçindeki ebeveynle çocuk birbirini yerken, yetişkini küstürürsen, saçmalıkların ve kuruntularınla kehanet kendini gerçekleştirirken... koltukta çocuğunla, ebeveyninin arasında oturur, patlamış mısır yersin.



29 Mart 2012 Perşembe

140 karaktere sığmayan tweetler!



1- Hayatın kendisi bipolar. Ben bipolar olmuşum çok mu lan? Bir sıcak, bir soguk, içine etti dengemin. Her sabah kalkıyorum, "hoşgeldin mani" diyorum güneşi görünce, dışarı bir çıkıyorum, tüh, bugün de depresyon günüymüş. Sonra dengesizsin diye bana kızıyorlar. "Beni bu güzel havalar mahvetti" modunda kalkıp, "ben her bahar cacık olurum"la devam edecekken tam, hıyar gibi kalıyorum. O yoğurt hep eksik işte!

2- Ey eski sevgili, ben senin gelmişini, geçmişini... dur lan... o geçmişte sen de varsın. helloo? eski boka su serpme bebeğim, hiç gerek yok. al eline kalemi kağıdı, ciğerini biliyorsun zaten adamın, yaz, bi de resmini çiz, git gül ağacının dibine göm, eski boku da tezek olarak kullanabilirsin. dönerse senindir, dönmezse koy götüne. pliz du nat tıray dis et hom!

3- Manita süper kelime be. Bu lafa kızan hatun kişiyi anlayabilmiş değilim. Ulan herkes sevgili olabilir. önemli olan manita mertebesine yükselebilmek. Ya da ben mi yine kıçımdan istatistik yapıyorum, bilemedim. 100 kıza sorduk, 99'u "oeh iğrençsin yeaa" dedi... banaysa sanki o ilişki bir eğlence içeriyormuş gibi geliyor. sanırım işin sırrı manita olmak ya da olmamakta gizli.

4- "Feysbuk statusümü neden beğenmiyorsun bebeemmm?" Günümüz ilişkilerinin bu sebepten bitebileceğini biliyor muydunuz? Bu sorunun cevabının kazanma şansı yoktur. Ne desin şimdi herif? "Ne yazmışsın görmedim" mi? (Bak bak bak, listesindeki 380 tane şıllığı takip ediyor, ben umrumda değilim?) yoksa "Beğenmedim ki" mi? (lan ben senin sevgilin değil miyim? ak da yazsam beğencen, bok da yazsam beğencen) Benim en sevdiğim cevap bu durumda "ama bebeeem herşeyini like edemem ki?" (vay öküz, kesin başka biri var bunun hayatında, dur ben sana yapacağımı biliyoruuummm.... sevgilimmm ben diyorum ki, ilişkimiz artık belirli bir seviyeye geldi (deniz seviyesinde +0 santigrad derecede) şu bilmemkim is in a relationshipi yapsak artık). Yine en iyisi "hemen begeniim bebeem" gibi bişi olsa da "hah ben söyledikten sonra ne kıymeti kaldı" riskini göze almak lazım.

5- Beyaz türklerden oluşan bir feysbukum, beyaz türklerden oluşan bir de twitterim var. ya da bizler mi zenciyiz? Seçim araştırma şirketim olsa, kesin batardım. Feysbuk ve twitter popülasyonuma göre, yüzde 80 chp, yüzde 20 çekimser ve geçersiz oy çıkmalıydı (evet bazıları rengini belli etmiyor, ve evet bazılarının oyu ise kafadan mutlak butlan sayılmalı, o derece). Seyfoyla aramdaki husumet o gün bugün devam ediyor. Üniversite boyunca 4 kere aynı dersten çaktırdığı yetmiyormuş gibi (ha iktisat özürlüyüm ben, öyle dediydi seyfo) bir de seçim akşamları Atv'de boy gösterip, sandıkların daha yüzde beşi açılmamışken çıkıp, akp yüzde 51 demiyor mu, o alt dudağını kerpetenle çekip 100 kere "şom ağzımı kapatıcam" dövmesi yapmak istiyorum. Seçimi kimin kazandığının da bir önemi yok aslında, ama herif bir umutla uyuyup, seçim sonucunu öğrenme keyfimizin içine sıçtı bildiğin. (hehe seyfo, 12 sene sonra soktum ya lafı sana da, çok mu koydu cicimmm!)

6- Bir faşistin not defterinden alıntıdır.

-"Orhan Pamuk"
-"tu kaka!"
-"o niye o?"
-"türkiye'de 30bin kürt bi milyon da ermeni öldürüldü dedi çünkü."
-?!?!?!
-"şerefsiz!"
-"hacı okudun mu hiç sen orhan pamuk?"
-"ne okicam lan ben o vatan hainini?"
-"hacı, önyargı diyorum, bi denesen diyorum?"
-"olmaz nobel için vatanını sattı o"
-"iyi yazdığı için almış olamaz mı?"
-"abicim bu işin formülü belli, üç beş güzel kelimeyi arka arkaya yazıcan, sonra yurtdışında bir dergiye milletini kötüleyen bi demeç vericen, al sana nobel"
-"hıı çok biliyon"

7- Hayatın özeti, çiş, diş, duş, iş. bunlardan arta kalan zamanda, yemek yiyip bünyeyi şarz etme (ehehe), telefonun kıçına kabloyu takıp telefonu şarz etme, laptopi şarz etme, ipadi şarz etme. kısacası, çiş, diş, duş, iş, şarz. bi de nefes alma var tabii.. okşizen lazım! vücudun beeenzini!

8- Kitaplar var... Çocukluğumda okuduğum, bir daha ne adlarını ne sanlarını duyduğum. Arada sahaflara sırf onları bulabilmek için gidiyorum. 8 yaşında mesela, adını hatırlamıyorum. Gün ışığı vardı, çocuğun gömleğine yapışmıştı. Bütün gün birlikte eğlenmişlerdi. Akşam olunca gün ışığı gitmişti. Sonra... E=Mc2, Mon amour diye bir kitap... 13-14 olmalıyım okul kütüphanesinden almıştım. 2 üstün zekalı çocuğun aşkını anlatıyordu. Bir de Vincent Erving mahlasıyla yazılan Genç Kızlar. 30-40 yaş arasında olup okumayan kız var mı diye sorsam, ve var cevabını alsam, direk ayıplarım gibi geliyor. WTB those ones... COD pls!

9- Tatlı su ateisti ile tatlı su dincisi arasında bir yerdeyim. Tam bir "Tanrıya inanmıyorum ama bir güç var" durumu. İçimdeki boşluğu tamamen dolduramamak bir yana, doldurmaktan korkmak diğer yana. Kıçım sıkışınca "Aman tanrım" hafif gevşeyince "ya benden iyi tanrı mı olur?"

10- İnsanın tek bir insan tipini sevip, diğerlerini dışlaması ne komik di mi? "Gel de ne olursan gel" hiç bana göre değil. Işın tabancam olsa, mermi sıkıntısı çekerdim etrafımdan sevmediklerimi şutlicam diye.

Literature from a dummy


geldi/kaldi/güldü/öldü...

aşk böyle bişi işte... gelir... birkaç gün kalır, hem onu, hem seni güldürür, ama en çok kendisi güler, sonra bir gün ölür.

budur... bu döngüyü kabullendiğin an, tebrikler... kırdın kabuğunu, yırttın kozanı... kelebeksin artık sen. uç özgürce. hayat sana güzel! bir de arada "ucundan acik" kıymetini bilene rastlarsan. yürü be... hatta dur, yürüme sen... sen koş be!



27 Mart 2012 Salı

The "Click Sound" ya da "ελπισ" (umut)


Formül basitti aslında: 3 yunanca dövme, bir depresyon sabahı, müzik...

3 yunanca dövmeyi kırdık önce, depresyonu dilimledik ince ince, göz kararı da biraz rock kattık, kalktık bir "click sound" yarattık... "Click"

Nehir vardı önce, derin, karmaşık akıntılı... ve direnmek vardı, kollar yorulana kadar kaynağa doğru kürek çekmek. Bir "scoreboard" tadında, gizli rekabetin tadı damağımda, gol atılan anlarda hayata nanik yapip, yenilen zamanlarda siktir etmek vardı aslında... "Click"

Bir  "π" vardı, bir "δ" eklendi. Derken bir gün... bir "ελπισ" gördü... sağ kolda... porno! umut... ki ne umut... "hemşerim gel hele, bizim memlekettensin sen de" tadında başlayan bir konuşma, bir narsistik zedelenme, bir astrolojik deney, bir soru-cevap oyunu... "Click"

Aynı dönemlerde benzer yaşanmışlıklar? Hayır. Hayatın aynı evresinde olma? Hayır. Ortak zevkler? Hayır! Hay ağzına sıçayım, nereden çıkıyor bu ses o zaman? "Click" "Click" "Click"!

Ses yankılanmaya devam etsin beyinlerde... ve düşünsünler nereden geldiğini günlerce... "Click" "Click"?

"kız çok güzel latif şirin hem kitap kurdu hem bir ahu
venüs mü desem afrodit mi eli yüzü düzgün bir içim su"

Yok bu şarkının tek uyan kısmı  "ınının ınının ınınının"  o da dirty talk bazında. Başka birşey bulmak lazım... "Click" "ınınının"

You're just too good to be true... Can't "peyk" my eyes off of you... Hah bak bu oldu sanki "Click" Lol.

Ah dur... bir tane daha buldum "Peyk my breath away" "Click" Rofl.

"Peyk me back to the paradise city" "Click" Lmao!

"Peyk me to the magic of the moment" "Click" Roflmao!!!

Eh... kadın bu... bir yere kadar gülecek... bir yerden sonra yayları gevşeyecek. Çivileri çıktığı andan itibaren de... artık, kıçından mı? başından mı? e bir yerinden gelecek o ses! "Click" "Click" "Click"

Pandora'nın kutusundan kaçtın... Bana yakalandın.. "Click" Nihahoha!






Hüzünlü yumurta sarıları ya da... bir kırık gençlik hikayesi...




Ortaokul ve lisenin tamamını aynı adama aşık olmak suretiyle geçirmiş bir salağım ben. Aşk dediysem, platonik bile değil. Benimkinin yanında platonik aşk bildiğin karizma. Bütün olay, "geldi mi?" "gitti mi?" "of tatil geliyor", "görüşemiyecek miyiz şimdi?" "bilmem nerede parti, var gelir mi ki?" tadında. Abi bildiğin cool guy, ben de proma kimsenin davet etmediği kız modeliyim. 3 kız aklımıza gelmiş o dönemde, bir defter edindik, birbirimize mektup yazıyoruz. Birbirimize yazdığımız mektuplar da o dönemdeki aşklarımızın acınacak haliyle alay etme tadında. (İşin komik yanı, mevzu bahis bütün abiler ve ablalar facebook listemde, ifşa da edemiyorum). Kızlar sıkıldı bu durumdan bir müddet sonra, ben inat, günlüğe çevirdim olayı. Uğruna üstü salya sümük 4 cilt günlük bitirmişim, ilki hariç hepsini hala arşivimde saklıyorum (evlenirken babama emanet etmiştim, kaybetmiş ilkini!). Bugünlerde eksik baba figürüne bok atıyorum ama, abi öyle bir hızla sevgili değiştiriyor ki, benim günlükler mütemadiyen "tuvaletin önünde gördüm, x ile öpüşüyordu"*829 "hosta'nın orada gördüm, y ile elele tutuşmuştu"*645. Orta 3e geldiğimizde allahtan bir istikrar tutturdu da, ben de günlüklere ablayı yazmaktan sıkılıp, Cure resimleri, Depeche Mode şarkıları falan koyup son 2 cildin namusunu kurtardım.

90lı bişilerin Angara'sı. Bir pazar günü var, Tunalı Hilmi kapalı, kap patenleri git kay, cumartesi çok sıkıldıysan Akün ve sinema, ya da buz pateni. Yazsa yine iyi, çık yürü, kışsa hiç şansın yok. Grafitti var o zamanlar, bir de Manhattan pizza. Okulcak kesişme yeri olarak buralar bellenmiş. Sanırsın 3000 nüfuslu okul, yok değil ama buralar sayemizde kalkınıyor. Abiyle orada burada karşılaşıyoruz ama, invisible man bana kıyasla o kadar visible ki, görmüyor, görse de gözü bir yerden ısırıyor.

Konuya döneyim... İstanbullular irkilirler Gazi Osman Paşa deyince ama Angara'nın GOP'u, güzide semt. Biz Aşağı Ayrancı'da oturuyoruz, abi GOP'da. GOP otobüsleri bir elit böyle, Kızılay'da durmuyor, yürüyeceksin illa Bakanlıklar'a kadar, ben de tatlı su aşığı, bütün kış bunlar kızlı erkekli gruplar halinde yürüyorlar Bakanlıklar'a, abi neredeyse bütün yakın arkadaşlarımla kanka, millet ısrarla "sen de gel", "sen de gel", yok, ben paşa paşa biniyorum otobüsüme Kızılay'da, iniyorum evimin arka sokağında (hala aynıyım, 600 metre ötede beyaz atlı prens var deseler, başlarım arası 60 metre olan elektrik direği hesabı yapmaya "ya kim gitcek şimdi" modu). Bütün bir kış ve ilkbahar bu şekilde geçti. Yazla birlikte, yaz tatili de geldi. Okulun son günü bende bir karın ağrısı. "Tamam lan, toplicam cesaretimi, hava da sıcak zaten, giydim mi askılıyı, spor ayakkabıyı, beceririm herhalde o kadarcık yolu, bugün ben de yürüycem onlarla."

Çıktık okuldan, başladık yürümeye, hesaplayamadığımız şey sevgilisi olan gruba denk gelmek ve sevgili sayısının da o ve benden gayrı eşitlenmiş olması. Ara ki bulasın durumu. Nasıl coolum, özgüven patlamış, içimdeki canavar ortaya çıkmış, bir flörtöz, bir şen şakrak, yürüyoruz biz. Anlaştık da hani... Gima'nın önünden karşıdan karşıya geçtik, Bakanlıklar yönüne doğru seyirtmemizle birlikte, kafamda tak diye bir ses, bir sıcaklık, askılıdan açık kalmış kollarıma doğru akan bir yumurta beyazı... Tabii ya, okulun son günü! Yumurta savaşı!

Baktı... baktı... baktı... ve çift sarılıymış dedi...

20 sene sonra, yataktan kaldırdı bu anı beni... yazılması gerekiyormuş. Artık uyuyabilirim...

27 Ocak 2012 Cuma

Sevgililer günü özel!


Herkesin çift çift mıcır mıcır etrafta dolanacağı, öncesinde "ne alsam" tripleri, sonrasında hediyenin beğenilmemesi sendromu, sinemalarda vıcık yıvış filmlerin oynadığı sevgililer günü dönemi bu sene de geldi çattı. Sevgilisi olanlar ile olmayanların tek bir ortak özelliği olduğu günde, yine her sene sevgilisi olanlar aşırı beklenti kaynaklı hayal kırıklığı, sevgilisi olmayanlar ise kıskançlık tabanlı sinir krizi geçirecekler.

Bize bir Nuh'un gemisi lazım! Ama hala karar veremedim. Resimdeki gibi çiftleri koyup ağaçkakanla mı başbaşa bıraksam, yoksa dünyadaki tekleri mi bir gemiye doldurup, konsepte uygun bir kurtarma operasyonu başlatsam. Bilemedim. Neyse, ben en iyisi aklıma gelenleri yazayım da, yazının gidişatına göre karar veririz.

Sündür sünsün, uydur uysun bir hikayesi var. Benim en sevdiğim sürümü (evet türkçe yazmayı beceremediğimi keşfettim an itibariyle, zargandan version aratıp sürüm yazdığım an, her neyse), Claudius II isimli Roma imparatoru, bekar erkeklerden daha iyi savaşçı olacağını düşünüp evliliği yasaklamış. Adamdaki bilgeliğe bakın. O zamanlar cep telefonu yok, whatsapp yok, twitterdan laf sokmak yok, facebooktan nispet yapip Augustunianus'la samanlıkta çekilmiş resimleri yayınlamak yok, ama aşkın konsantrasyonu bozacağı gerçeği var. Hayır yazı yazmayı bilip mektup atsan, gidene kadar adamlar Helen imparatorluğundan Bizansa geçmiş olurlar. Ama tabii öyle zırhın altında saklanan al yemeni falan bozar delikanlıyı. İşte bizim papaz Valentinius, imparatorun buyruğuna karşı gelip gençlere yaptığı izdivaç programıyla dikkatleri çekmiş. Birbirinden elektrik alan gençlerin sayısı şiddetle artınca da reytingler tavan, Valentinius'un kelle koltukta. Aziz ilan edilmiş, ölüm yıldönümünde de sevişmeyen kalmasın denmiş. Gel zaman git zaman, ne zaman bilinmez, Sevgililer günü 14 Şubat'a sabitlenmiş. Sevgi ifadesi var mı bu özel günde bilemem ama net bir nefret ifadesi var. Bütün yalnızlar ocak sonu, şubat başı karıncalanır olmuşlar. (Keşke 14 ocak olsaymış, aralık sonu ocakbaşı'nda karıncalanmak yerine karnımızı doyururduk)

Sevgilisi olanlar, özellikle hemcinslerim için ciddi sıkıntılı bir hediye bulma dönemindeyiz. Herkes 175. sevgilisinin diğerlerinden daha özel olduğunu hissettirmek için yarışa girmiş. Kimi elde kilim dokuyor, kimisi sevgilisinin adina kitap bastırtıyor, öteki şarap kadehine aşklarını kazıyor, berikine sordum, "sen ne yaptın?" dedim. Yüzlerce gül almış, eve asmış, şimdi kuruyormuş. Devamını dinlemedim. Karşı cinsimiz için durum kolay. Sabah atılan smsle bugünün sevgililer günü olduğu hatırlanacak, oflana puflana, evde çıkarken mecburiyetten çiçek kokularından hoşlanan kızcağızımıza aktardan hallice kokan baharat parfümü alınacak, yanına imkb endeksini otuz kat fırlatan kutu içinde tek kırmızı gül alacak, kankasını arayacak, geçen gün manitasını götürdüğü restoranın adı sorulacak, harbi kankasıysa yer ayırtmasını isteyecek, bu arada traş olmayı unuttuğunu fark edip, yiyeceği zılgıtı düşünürken, kızın kapısına dayanacak.

Sevgilisi olmayanlar, bu dönemde geçmişteki sevgililerini yad edecekler. Hiç kimse filanca iyiydi demeyecek. Tanrıya havale edilenlerin sayesinde, bankalar yüklü gelir elde edecekler. Günah puanlarının ucuzlaması nedeniyle,  küfürlerin bini bir parayken, cehennemde yer sıkıntısı yaşanmayacak. Sosyal medyada azan yalnızlarımız, eski sevgililerine laf sokmayla başlayıp, gün yaklaştıkça saldırgan tutumlarına bir de kıskançlık ekleyip, önüne geleni hırpalayacaklar. Bu kardeşlerimizin durumuna ve uykusuz gecelere, bir de yemicem iştesine "bir tek onlar" dayanacak. Ağlarsa anaları ağlayacak gerisi yalan ağlayacak.

Kısacası, iki grup için de bu gün ve öncesi herşey berbat olacak. Yazımızın sonuna geldiğimiz şu dakikalarda, ben hangi durumun daha kötü olduğuna karar veremedim. Bu nedenle, hepimiz aynı gemideyiz. Ağaçkakanı getirin.... Batsın bu dünya, pardon gemi!